Bertrand Russell- Çeviren: Mete Tunçay
Bir Tanrı olup olmadığı sorusuna, farklı topluluklar ve farklı bireyler, farklı nedenlerle yanıtlar vermişlerdir. İnsanlığın çok büyük çoğunluğu, kendi toplumlundaki egemen kanıyı paylaşır Tarihini bildiğimiz en eski zamanlarda, herkes birçok tanrıya birden inanıyordu. Tek bir tanrı olduğuna ilk inananlar, Yahudilerdi. On Emir’in ilkine, yeniyken, uymaları çok zordu; çünkü Yahudiler Baal ve Aştarot'un. Dagon ve Moloh'un ve diğerlerinin gerçek tanrılar olduklarına inanıyorlardı: ama Yahudilerin düşmanlarına yardım ettikleri için bunlar kötüydüler. Bu, tanrıların kotu oldukları inanışından var olmadıkları inanışına geçmek zor oldu. IV. Antiokhos zamanında, Yahudileri Yunanlaştırmak için güçlü bir girişim yapılmıştı Antiokhos onlara domuz yemelerini, sünnetten vazgeçmelerini ve yıkanmalarını buyurmuştu. Kudüs’teki Yahudilerin çoğu buna boyun eğdi; ama taşrada direniş daha inatçıydı ve Makkabeelerin önderliğinde. Yahudiler en sonunda kendi inanç ve göreneklerini sürdürme haklarını elde ettiler. Antiokhos baskısının başlarında çok küçük bir ulusun yalnızca bir parçasının inancı olan tektanrıcılık, Hıristiyanlık, sonra da İslamiyet tarafından benimsendi ve Hindistan’ın batısındaki bütün dünyaya egemen oldu Hindistan’ın doğusunda ise başarılı olmadı. Hinduizmin birçok tanrısı vardı: Budizmin ilkel biçiminde hiç tanrı yoktu; 11. yüzyıldan beri Konfüçyüsçülüğün de tanrısı yoktur. Fakat bir dinin gerçekliği dünyevi başarısıyla ölçülecekse, tek tanncılıktan yana olmak çok güçlü bir konumdur; çünkü bu inanç, en büyük ordulara, en geniş donanmalara ve en zengin servetlere sahip olmuştur Ama günümüzde bu konumun gücü daha az kesinlik taşıyor Hıristiyan olmayan Japonya belasının yenildiği doğrudur. Fakat Hıristiyanlık şimdi de tanrıtanımaz Moskof sürülerinin tehlikesiyle karşıkarşıya, atom bombalarının tanrıcılıktan yana kesin bir kanıt oluştur* masını dileyebilmek de o kadar kolay değil.
Fakat dinlen değerlendirmekte bu siyaset ve coğrafya yöntemlerini kullanmaktan vazgeçelim; zaten eski Yunanlardan beri düşünen İnsanlar böyle yapmayı gitgide daha çok reddetmişlerdir. O zamandan bu yana, komşularının dinsel kanaatlerini edilgin bir biçimde benimsemekle yetinmeyen ve aklın ve felsefenin bu sorun hakkında ne söyleyebileceğini bilmeye çalışan İnsanlar olmuştur. Felsefenin icat edildiği, İyonya'nın ticaretle geçinen şehirlerinde. İÖ 6. yüzyılda özgür-düşünenler (tanrıtanımazlar) vardı. Çağdaş özgür- düşünenlere oranla onların işi kolaydı; çünkü Olimpos tanrıları şairane fantezi olarak ne denli çekici olsalar da, yardımsız aklın metafizik kullanımıyla pek savunulacak gibi değillerdi.
Onları sıradan halk (Hıristiyanlığın birçok öğesini borçlu olduğu) Orpheusçulukla, felsefeciler de Platon’la karşılıyordu - Yunanlar Platondan felsefi bir tektanrıcılık çıkarmışlardı buysa. Yahudilerin siyasal ve ulusal tektanrıcılığından çok farklıydı. Yunan dünyası Hıristiyanlığa dönünce, yeni inancı Platoncu metafizikle birleştirdi ve böylelikle teoloji doğdu. Azız Agustus zamanından günümüze değin, Katolik teologlar tek bir Tanrının var olduğunun yardımsız akılla kanıtlanabileceğine inanmışlardır. Bu savı desteklemek için öne sürülen kanıtlara. 16. yüzyılda Aquino’lu Aziz Thomas son biçimini vermiştir. 17, yüzyılda çağdaş felsefe başladığında, Descartes ile Leibniz eski kanıtları biraz cilaladılar ve geniş ölçüde onların çabaları sayesinde, dindarlık düşünsel saygınlığını korudu. Fakat Locke, kendisi tam inançlı bir Hıristiyan olduğu halde, eski kanıtların kuramsal temelini yıktı ve onun izleyicilerinden birçoğu. özellikle Fransa’da tanrıtanımaz oldu. Ben burada. Tanrının varlığını kanıtlamak İçin İleri sürülen felsefi savları bütün incelikleriyle sıralamaya kalkışmayacağım. Filozoflar arasında ağırlığını sürdüren yalnız bir tane sav olduğunu düşünüyorum. Bu da İlk Neden kanıtıdır: Olan her şeyin bir nedeni olduğuna göre, bütün dizinin başladığı bir İlk Neden olmalıdır. Ama bu kanıtın da, fil ve kaplumbağa savıyla aynı kusuru vardır. Doğru olup olmadığını bilmem, ama derler ki, yeryüzünün bir filin sırtında durduğuna İnanan bir Hindu düşünürü varmış. Filin neye bastığı sorulunca, bir kaplumbağaya demiş. Kaplumbağanın nerede durduğu sorulunca da, "Ben sıkıldım," demiş, “konuyu değiştirsek." Bu öykü İlk Neden kanıtının yetersiz niteliğini ortaya koyuyor. Böyle olmakla birlikte, bazı ultra-modern fizik kuramlarında. doğa süreçlerinin zaman içinde geriye izlenince, ani bir başlangıcı olması gerektiği ve bunun ilahi yaratılış olduğu ileri sürülmektedir. Fakat onlar da bu varsayımın sorunu daha anlaşılır kıldığını göstermeye hiç kalkışmıyorlar.
Çoğu Protestan teolog artık bir Üstün Varlık'ın var olduğu hakkındaki skolastik kanıtlan yadsıyarak, bana hiç de düzgün gelmeyen yeni kanıtlar savunuyor. Skolastik kanıtlar gerçek düşünme çabalarıydı ve yaptıkları uslamlamalar sağlam olsaydı, eriştikleri sonucun doğruluğunu ispatlamış olurdu. Modernistlerin yeğlediği yeni kanıtlarsa bulanıktır ve Modernistler onları kesinleştirmek için yapılan her çabayı aşağılamayla reddediyorlar. Artık zihne değil, yüreğe çağrı yapılıyor. Yeni kanıtları yadsıyanların mantıksız oldukları değil, derin duygu ve maneviyattan yoksun bulundukları savunuluyor. Yine de, bu modern kanıtları inceleyerek, gerçekten kanıtladıkları bir şey olup olmadığına bakalım.
En çok tutulan kanıtlardan biri, evrimden getirilmektedir. Dünya bir zamanlar cansızdı; yaşam başlayınca da, ilk canlılar yeşil yosunlu/balçıktan ve ilginç olmaktan uzak diğer şeylerden ibaretti. Evrim boyunca gelişerek bitkiler, hayvanlar ve nihayet insan ortaya çıktı. Teologlar bizden şuna güvenmemizi istiyorlar. İnsan öylesine görkemli bir Varlıktır ki pekâlâ o upuzun nebula ve balçık çağları onun ortaya çıkmasının bir prelüdü sayılabilir. Teologların tanıdıkları insanlar bakımından şanslı oldukları kanısındayım. Hitler'e ya da (toplama kampı) Belsen'in Canavar’ına hak ettikleri önemi vermiş gibi gelmiyorlar bana. Tüm erkli güç (kadir-i mutlak) kullanabileceği bütün o zaman boyunca, milyonlarca yıl evrimden sonra bu adamlara erişmeye değeceğini düşünmüşse, söz konusu ahlaki ve bedii (estetik) beğeninin bir tuhaf olduğunu söylemek isterim. Herhalde, evrimin gelecek sürecinin daha çok kendilerine benzeyen insanlar ve daha az sayıda Hitler'e benzeyen insanlar üreteceği teologların umurundadır. Böyle umalım Fakat biz bu umudu beslerken, deneyim alanından çıkıyor ve tarihin şimdiye değin desteklemediği bir iyimserliğe sığınıyoruz.
Bu evrimci iyimserliğe başka itirazlar da yapılır. Gezegenimizdeki yaşamın sonsuza kadar sürmeyeceğine inanmak için her türlü sebep vardır; dolayısıyla, dünya tarihi sürecine dayalı her iyimserlik geçici ve kapsamı sınırlı olmak zorundadır. Evrenin başka bir yerinde de yaşam olabilir; ama varsa, onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz ve o canlıların Hitler’dense erdemli teologlara daha çok benzediğini varsaymamız için herhangi bir sebebimiz bulunmamaktadır. Yeryüzü evrenin çok minik bir köşesidir. Güneş sisteminin küçük bir parçasıdır. Güneş sistemi de Samanyolu'nun küçük bir parçasıdır. Samanyolu ise. çağdaş teleskoplarla görülen milyonlarca galaksiden küçük bir parçadır. Evrenin bu önemsiz köşesinde iki uzun cansız ça§ arasında kısacık bir dönem bulunuyor. Bu kısacık arada, insanı içeren çok daha küçük bir dönem yaşanıyor. Eğer gerçekten insan evrenin amacı ise, önsözü biraz fazla uzun kaçmış demektir, İnsanın aklına, sonundaki minicik bir noktaya varıncaya kadar, hiç de ilgi çekici olmayan uzun bir öykü anlatan yavan bir ihtiyar geliyor. Ama teologların böyle bir benzetmeyi kaldıracak ölçüde uygun bir sofuluk gösterebileceklerini sanmam.
Teologların her zamanki kusurlarından biri, bizim gezegenimizin önemini abartmaları olmuştur. Göklerin yeryüzünün çevresinde döndüğünün sanıldığı. Kopernikos öncesi günlerde bu yeterince doğaldı. Fakat Kopernikustan beri, hele çok uzak yörelerin çağdaş keşiflerle öğrenildiği günümüzde, yeryüzüyle böylesine ilgilenmek biraz taşralılık oluyor. Evrenin bir Yaratıcısı olsaydı, bizim küçük köşemize özel bir ilgi gösterdiğini varsaymak pek akla yakın olmazdı. Öyle ilgileniyorsa da, O'nun değerleri bizimkilerden çok farklı olmalı; çünkü evrenin uçsuz bucaksız yörelerinde yaşam olanaksızdır.
Tanrı inancı için, William James'in popüler hale getirdiği bir de ahlaki kanıt vardır. Buna göre; Tanrı’ya inanmalıyız, yoksa iyi davranmayız. Bu kanıta karşı ilk ve en büyük karşı çıkış, bunun bir Tanrının olduğunu değil; ancak siyasetçilerin ve eğitimcilerin insanları onun var olduğuna inandırmaları gerektiğini göstermesidir. Böyle yapılıp yapılmaması gerektiği ise teolojik değil, politik bir sorundur. Çocuklara bayrağa saygı göstermelerinin öğretilmesi gerektiğini anlatan kanıtlarla aynı türdendir. Sahici bir din duygusu olan hiç kimse, Tann’ya inanmanın faydalı olduğu görüşüyle yetinmez; çünkü gerçekten bir Tanrı olup olmadığını bilmek ister. İki sorunun aynı olduğunu iddia etmek saçmadır. Çocuk yuvasında Noel Babaya inanmak faydalıdır; fakat erişkinler bunun Noel Babanın gerçekliğini kanıtladığını düşünmezler.
Biz siyasetle ilgilenmediğimize göre, bu kadarının ahlaki kanıtı çürütmeye yettiğini söyleyebiliriz; ama belki bu konu biraz daha kurcalanmaya değer. Bir kere, Tann’ya inanmanın, O’na yakıştırılan hayırlı ahlak etkileri olduğu çok şüphelidir. Tarihte bilinen en iyi adamlardan birçoğu inançsızdı. Bir örnek olarak, John Stuart Mill gösterilebilir. Tarihte bilinen en kötü adamlardan birçoğu da inançlılardandı Bunun sayısız örneği arasından, belki VIII. Henry’nin tipik olduğu söylenebilir.
Bu her neyse, hükümetlerin birtakım görüşleri doğru oldukları için değil de, yararlı olmalarından ötürü desteklemesi her zaman felaket getirmiştir. Öyle yapılınca, karşı savları bastırmak için bir sansür kurmak zorunlu olur; "tehlikeli düşüncelere kapılmamaları için gençlerin düşünmelerini engellemenin akıllıca bir iş olacağına hükmedilir. Bu gibi uygulamalar Sovyet Rusya’daki gibi dine karşı kullanıldığında, teologlar onların kötü olduklarını görürler; ama onlar teologların iyi saydıkları şeylerden yana kullandıklarında da kötüdürler. Düşünce özgürlüğü ve kanıta önem verme alışkanlığı, şu ya da bu teolojik dogmaya inanmaktan çok daha büyük bir ahlaki önem taşıyan konulardır. Bütün bu nedenlerle, teolojik inançların doğruluklarına bakılmaksızın faydalı olmalarından ötürü tutulması onaylanamaz.
Aynı kanıtın birçok kişiye çekici gelen daha basit ve daha safdilce bir biçimi de vardır. İnsanlar bize, dinin avuntuları olmayaydı kazanamayacakları kadar mutsuz olacaklarını söylerler. Doğru olduğu kadarıyla, bu bir korkaklık savıdır. Bilinçli olarak uydurma bir ahmak cennetinde yaşamayı seçen, ancak bir korkak olabilir. Bir adam karısının sadakatsizliğinden kuşkulanıyorsa. kanıtlara gözlerini kapaması, bizi onun hakkında daha iyi düşündürmez. Bir konuda kanıtları görmezlikten gelmenin aşağılanası bir şey sayılıp, bir başkasında hayran olunası bulunmasını anlamıyorum. Bu bir yana, dinin bireysel mutluluğa katkısı pek çok abartılmaktadır. Mutlu olup olmamamız birçok etkene bağlıdır. Çoğu insan sağlıklı olmak ve yeterli beslenmek ihtiyacındadır. İçinde yaşadıkları toplumsal ortamın kendileri hakkında iyi düşünmesine ve yakınlarının sevgisine ihtiyaçları vardır. Sadece bedeni sağlığa değil, akıl sağlığına da ihtiyaç duyarlar. Bütün bunlar olunca, çoğu insan teolojileri ne olursa olsun mutlu olurlar Onlar olmayınca da, çoğu insan teolojileri ne olursa olsun mutsuz olurlar. Tanıdığım bütün insanları düşününce, ortalama olarak, dinsel inançları olanların olmayanlardan daha mutlu olduklarını sanmıyorum.
Kendi inançlarıma gelince, ben evrende herhangi bir amaç sezemiyorum, sezmeye çalışmak da istemiyorum. Evrenin evriminin Yaratıcıyı hoşnut edecek bir son-amaca doğru yavaş yavaş ilerlediğini hayal edenler, (çoğu kere kendileri bunu kavramazlar ama) mantıksal olarak Yaratıcının tüm erkli (kadir-i mutlak) olmadığı, yok tüm erkli ise araçlarla hiç uğraşmadan amacı buyurmuş olabileceği görüşüne varmak durumundadırlar. Ben evrenin yöneldiği herhangi bir son-amaç görmüyorum. Fizikçilere göre, enerji dağılımı yavaş yavaş eşitlenecek, eşitlendikçe de daha yararsız hale gelecektir.
Gitgide, yaşam ve ışık gibi bizim ilginç ya da hoş bulduğumuz her şey yok olacaktır- en azından bize öyle diyorlar. Evren içinde tek bir oyun temsili yapılıp perde kapandıktan sonra, yıkılıncaya kadar soğuk ve boş bırakılan bir tiyatro binası gibidir. Böyle olacağını kesinlikle söylemek istemiyorum. Bunu söyleyebilmek için şimdi sahip olduğumuzdan daha fazla bilgimiz olması gerekirdi. Ben sadece, şimdiki kanıtlara göre olasılık taşıyan şeyi söylüyorum. Evrensel bir amaç olmadığını dogmatikçe ileri sürmeyeceğim; ama olduğuna dair en ufak bir belirli bulunmadığını söyleyeceğim.
Şunu da ekleyeceğim ki. bir amaç varsa ve bu amaç bir tüm erkli Yaratıcının amacıysa, o zaman o çekerek yaşamaya devam eden, işte bu modası geçmiş siyasal sisteme uygun bir psikolojidir.
Evet, bir de yaratıcılığın modernist biçimi vardır; buna göre Tanrı tüm erkli değildir, büyük güçlüklere karşın elinden geleni yapmaktadır. Hıristiyanlar arasında yeni olmakla birlikte, bu düşünce tarihinde yem değildir. Platon da bulunmaktadır. Bu görüşün yanlışlığının kanıtlanabileceğini sanmıyorum. Söylenebilecek tek şey. ondan yana (doğru olması için) olumlu bir sebep bulunmadığıdır.
Birçok orta-yolcu kişi, verili dogmaların yanlışlığını kanıtlamak kuşkucuların göreviymiş gibi konuşuyor; oysa onların doğruluğunu kanıt*
Bir inanış yaygınsa, onda akla yatkın bir şeyler olmak gerektiğini düşünmek adettendir Oysa tarihi incelemiş herhangi bin bunu kabul edemez. Vahşilerin hemen bütün inançları saçmadır. Eski uygarlıklarda hakkında olumlu bir şey söylenebilecek belki yüzde bir kadar bir şey vardır. Günümüzdeyse... Bu noktada dikkatli olmalıyım. Sovyet Rusya’da saçma inançlar bulunduğunu hepimiz biliyoruz. Protestansak, Katoliklerin arasında saçma inançlar olduğunu biliriz. Katoliksek. Protestanların arasında saçma inançlar olduğunu biliriz. Muhafazakâr Parti’densek. İşçi Partisindeki boş inançlara şaşarız. Sosyalistsek. muhafazakârların her şeye kolayca İnanmaları bize dehşet verir. Aziz okuyucum, kendi inançlarıma gelince, ben evrende herhangi bir amaç sezemiyorum, sezmeye çalınmak da istemiyorum. Evrenin evriminin yaratıcıyı hoşnut edecek bir son-amaca doğru yavaş yavaş ilerlediğini hayal edenler, (çoğu kere kendileri bunu kavramazlar ama) mantıksal olarak yaratıcının tüm erkli (kadir-i mutlak) olmadığı, yok tüm erkli ise araçlarla hiç uğraşmadan amacı buyurmuş olabileceği görüşüne varmak durumundadırlar.
Yaratıcının, bize anlatıldığı gibi sevecen ve iyicil olmak şöyle dursun düşünülemeyecek kadar kötücül olması gerekir. Cinayet işleyen bir adam kötü bir kişi sayılır. Öyle bir şey varsa, tüm erkli bir Tanrısal Varlık herkesi öldürmektedir. İsteyerek bir başkasına kanser bulaştıran bir adam bir düşman demektir. Fakat Yaratıcı, eğer varsa, her yıl binlerce kişiye bu amansız hastalığı bulaştırmaktadır. Çocuklarını iyi yetiştirecek bilgisi ve gücü olan bir adam, onları kötü yaparsa, ona nefretle bakılır. Fakat Tanrı, eğer varsa, çocuklarının pek çoğu için böyle yapmaktadır. Eleştirilmesi küfre düşmek olacak tüm erkli bir Tanrı kavramının tamamı, zaten ancak hükümdarların kaprisli zalimliklerine karşın kölelerinin yaltaklanmalarından hazzeden Doğu despotluklarında ortaya çıkmış olabilirdi. Orta-yolcu; teolojide ge- lamak elbette dogmacılara düşer. Ben şimdi desem ki Dünya ile Mars arasında, Güneş'in çevresinde eliptik bir yörüngede dönen porselen bir çay demliği vardır. Bu demliğin en güçlü teleskoplarla bile görülemeyecek kadar küçük olduğunu eklesen) hiç kimse benim bu savımın yanlışlığını kanıtlayamaz. Fakat sözüme devamla, savımın yanlışlığı kanıtlanamadığına göre, ondan kuşkulanmanın insan aklı için katlanılmaz bir küstahlık olduğunu ileri sürsem herkes haklı olarak benim saçmaladığıma hükmeder. Fakat çay demliğinin varlığı en eski kitaplarda onaylanıyor, her pazar günü kutsal gerçek diye öğretiliyor ve okullarda çocukların zihinlerine sokuluyorsa onun var oluşundan kuşkulanmak bir eksantriklik belirtisi sayılacak, kuşkucu aydınlanmış bir çağda psikiyatra, daha eski bir dönemdeyse engizisyona gönderilecektir.
Sizin inançlarınızın ne olduğunu bilmiyorum; fakat onlar ne olursa olsunlar, teslim etmelisiniz ki. insanlığın onda dokuzunun inandıklarının onda dokuzu baştanbaşa akıldışıdır. Söz konusu inançlar, elbette sizin tutmadıklarınızda. Onun içindir ki, uzun zamandır doğru sayılan bir şeyin, hele bu görüş- bütün teolojik kanaatler gibi- ancak belli coğrafyalarda egemen olmuşsa, doğruluğundan kuşkulanmanın küstahlık olduğunu düşünmüyorum.
Vardığım sonuç şudur ki geleneksel teolojinin dogmalarından herhangi birine inanmak için sebep olmadığı gibi, onların doğru olmasını istemek için de sebep yoktur. İnsan doğa güçlerine boyun eğmek durumunda olmadığı ölçüde kendi kaderini yaratmakta özgürdür. Sorumluluk da onundur, olanak da.
Kaynak: "Ben Evrende Herhangi Bir Amaç Sezemiyorum Tanrı Var Mı?”, Bertrand Russell, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 199, Temmuz 2010, s. 42-46
Comments