top of page

"Ben Evrende Herhangi Bir Amaç Sezemiyorum" Tanrı Var Mı?

Güncelleme tarihi: 20 Eki 2023

Bertrand Russell- Çeviren: Mete Tunçay Bir Tanrı olup olmadığı sorusuna, farklı topluluklar ve farklı bireyler, farklı nedenlerle yanıtlar vermişler­dir. İnsanlığın çok büyük çoğunluğu, kendi toplumlundaki egemen ka­nıyı paylaşır Tarihini bildiğimiz en eski zamanlarda, herkes birçok tanrıya birden inanıyordu. Tek bir tanrı olduğuna ilk inananlar, Yahudilerdi. On Emir’in ilkine, yeniyken, uymaları çok zordu; çünkü Yahudiler Baal ve Aştarot'un. Dagon ve Moloh'un ve diğerlerinin gerçek tanrılar oldukla­rına inanıyorlardı: ama Yahudilerin düşmanlarına yardım ettikleri için bunlar kötüydüler. Bu, tanrıların kotu oldukları inanışından var ol­madıkları inanışına geçmek zor oldu. IV. Antiokhos zamanında, Yahudileri Yunanlaştırmak için güçlü bir girişim yapılmıştı Antiokhos onlara domuz yemelerini, sünnetten vazgeçmele­rini ve yıkanmalarını buyurmuştu. Kudüs’teki Yahudilerin çoğu buna boyun eğdi; ama taşrada direniş daha inatçıydı ve Makkabeelerin önderliğinde. Yahudiler en sonunda kendi inanç ve göreneklerini sürdür­me haklarını elde ettiler. Antiokhos baskısının başlarında çok küçük bir ulusun yalnızca bir parçasının inancı olan tektanrıcılık, Hıristiyanlık, son­ra da İslamiyet tarafından benimsen­di ve Hindistan’ın batısındaki bütün dünyaya egemen oldu Hindistan’ın doğusunda ise başarılı olmadı. Hin­duizmin birçok tanrısı vardı: Budizmin ilkel biçiminde hiç tanrı yoktu; 11. yüzyıldan beri Konfüçyüsçülüğün de tanrısı yoktur. Fakat bir dinin gerçekliği dünyevi başarısıyla ölçü­lecekse, tek tanncılıktan yana olmak çok güçlü bir konumdur; çünkü bu inanç, en büyük ordulara, en geniş donanmalara ve en zengin servetle­re sahip olmuştur Ama günümüzde bu konumun gücü daha az kesinlik taşıyor Hıristiyan olmayan Japonya belasının yenildiği doğrudur. Fakat Hıristiyanlık şimdi de tanrıtanımaz Moskof sürülerinin tehlikesiyle karşıkarşıya, atom bombalarının tanrıcı­lıktan yana kesin bir kanıt oluştur* masını dileyebilmek de o kadar kolay değil. Fakat dinlen değerlendirmekte bu siyaset ve coğrafya yöntemlerini kullanmaktan vazgeçelim; zaten eski Yunanlardan beri düşünen İnsanlar böyle yapmayı gitgide daha çok red­detmişlerdir. O zamandan bu yana, komşularının dinsel kanaatlerini edilgin bir biçimde benimsemekle yetinmeyen ve aklın ve felsefenin bu sorun hakkında ne söyleyebileceğini bilmeye çalışan İnsanlar olmuştur. Felsefenin icat edildiği, İyonya'nın ticaretle geçinen şehirlerinde. İÖ 6. yüzyılda özgür-düşünenler (tan­rıtanımazlar) vardı. Çağdaş özgür- düşünenlere oranla onların işi ko­laydı; çünkü Olimpos tanrıları şai­rane fantezi olarak ne denli çekici olsalar da, yardımsız aklın metafizik kullanımıyla pek savunulacak gibi değillerdi. Onları sıradan halk (Hıristiyanlığın birçok öğesini borçlu olduğu) Orpheusçulukla, felsefeciler de Platon’la karşılıyordu - Yunanlar Platondan felsefi bir tektanrıcılık çıkarmışlardı buysa. Yahudilerin siyasal ve ulusal tektanrıcılığından çok farklıydı. Yu­nan dünyası Hıristiyanlığa dönünce, yeni inancı Platoncu metafizikle bir­leştirdi ve böylelikle teoloji doğdu. Azız Agustus zamanından günümü­ze değin, Katolik teologlar tek bir Tanrının var olduğunun yardımsız akılla kanıtlanabileceğine inan­mışlardır. Bu savı desteklemek için öne sürülen kanıtlara. 16. yüzyılda Aquino’lu Aziz Thomas son biçimini vermiştir. 17, yüzyılda çağdaş felsefe başladığında, Descartes ile Leibniz eski kanıtları biraz cilaladılar ve ge­niş ölçüde onların çabaları sayesinde, dindarlık düşünsel saygınlığını korudu. Fakat Locke, kendisi tam inançlı bir Hıristiyan olduğu halde, eski kanıtların kuramsal temelini yıktı ve onun izleyicilerinden birço­ğu. özellikle Fransa’da tanrıtanımaz oldu. Ben burada. Tanrının varlığını kanıtlamak İçin İleri sürülen felsefi savları bütün incelikleriyle sırala­maya kalkışmayacağım. Filozoflar arasında ağırlığını sürdüren yalnız bir tane sav olduğunu düşünüyorum. Bu da İlk Neden kanıtıdır: Olan her şeyin bir nedeni olduğuna göre, bü­tün dizinin başladığı bir İlk Neden olmalıdır. Ama bu kanıtın da, fil ve kaplumbağa savıyla aynı kusuru var­dır. Doğru olup olmadığını bilmem, ama derler ki, yeryüzünün bir filin sırtında durduğuna İnanan bir Hindu düşünürü varmış. Filin neye bastığı sorulunca, bir kaplumbağaya demiş. Kaplumbağanın nerede durduğu so­rulunca da, "Ben sıkıldım," demiş, “konuyu değiştirsek." Bu öykü İlk Ne­den kanıtının yetersiz niteliğini orta­ya koyuyor. Böyle olmakla birlikte, bazı ultra-modern fizik kuramların­da. doğa süreçlerinin zaman içinde geriye izlenince, ani bir başlangıcı olması gerektiği ve bunun ilahi yara­tılış olduğu ileri sürülmektedir. Fakat onlar da bu varsayımın sorunu daha anlaşılır kıldığını göstermeye hiç kal­kışmıyorlar. Çoğu Protestan teolog artık bir Üs­tün Varlık'ın var olduğu hakkındaki skolastik kanıtlan yadsıyarak, bana hiç de düzgün gelmeyen yeni ka­nıtlar savunuyor. Skolastik kanıtlar gerçek düşünme çabalarıydı ve yaptıkları uslamlamalar sağlam olsay­dı, eriştikleri sonucun doğruluğunu ispatlamış olurdu. Modernistlerin yeğlediği yeni kanıtlarsa bulanıktır ve Modernistler onları kesinleştir­mek için yapılan her çabayı aşağı­lamayla reddediyorlar. Artık zihne değil, yüreğe çağrı yapılıyor. Yeni kanıtları yadsıyanların mantıksız oldukları değil, derin duygu ve ma­neviyattan yoksun bulundukları savunuluyor. Yine de, bu modern kanıtları inceleyerek, gerçekten ka­nıtladıkları bir şey olup olmadığına bakalım. En çok tutulan kanıtlardan biri, ev­rimden getirilmektedir. Dünya bir zamanlar cansızdı; yaşam başlayınca da, ilk canlılar yeşil yosunlu/balçıktan ve ilginç olmaktan uzak diğer şeylerden ibaretti. Evrim boyunca gelişerek bitkiler, hayvanlar ve ni­hayet insan ortaya çıktı. Teologlar bizden şuna güvenmemizi istiyorlar. İnsan öylesine görkemli bir Varlıktır ki pekâlâ o upuzun nebula ve balçık çağları onun ortaya çıkmasının bir prelüdü sayılabilir. Teologların ta­nıdıkları insanlar bakımından şans­lı oldukları kanısındayım. Hitler'e ya da (toplama kampı) Belsen'in Canavar’ına hak ettikleri önemi ver­miş gibi gelmiyorlar bana. Tüm erkli güç (kadir-i mutlak) kullanabileceği bütün o zaman boyunca, milyonlar­ca yıl evrimden sonra bu adamlara erişmeye değeceğini düşünmüşse, söz konusu ahlaki ve bedii (estetik) beğeninin bir tuhaf olduğunu söyle­mek isterim. Herhalde, evrimin gele­cek sürecinin daha çok kendilerine benzeyen insanlar ve daha az sayıda Hitler'e benzeyen insanlar üretece­ği teologların umurundadır. Böyle umalım Fakat biz bu umudu besler­ken, deneyim alanından çıkıyor ve tarihin şimdiye değin desteklemediği bir iyimserliğe sığınıyoruz. Bu evrimci iyimserliğe başka itirazlar da yapılır. Gezegenimizdeki yaşamın sonsuza kadar sürmeyeceğine inan­mak için her türlü sebep vardır; dola­yısıyla, dünya tarihi sürecine dayalı her iyimserlik geçici ve kapsamı sı­nırlı olmak zorundadır. Evrenin baş­ka bir yerinde de yaşam olabilir; ama varsa, onun hakkında hiçbir şey bil­miyoruz ve o canlıların Hitler’dense erdemli teologlara daha çok benzediğini varsaymamız için herhangi bir sebebimiz bulunmamaktadır. Yeryü­zü evrenin çok minik bir köşesidir. Güneş sisteminin küçük bir parçası­dır. Güneş sistemi de Samanyolu'nun küçük bir parçasıdır. Samanyolu ise. çağdaş teleskoplarla görülen mil­yonlarca galaksiden küçük bir parça­dır. Evrenin bu önemsiz köşesinde iki uzun cansız ça§ arasında kısacık bir dönem bulunuyor. Bu kısacık arada, insanı içeren çok daha küçük bir dö­nem yaşanıyor. Eğer gerçekten insan evrenin amacı ise, önsözü biraz fazla uzun kaçmış demektir, İnsanın aklı­na, sonundaki minicik bir noktaya varıncaya kadar, hiç de ilgi çekici ol­mayan uzun bir öykü anlatan yavan bir ihtiyar geliyor. Ama teologların böyle bir benzetmeyi kaldıracak öl­çüde uygun bir sofuluk gösterebile­ceklerini sanmam. Teologların her zamanki kusurların­dan biri, bizim gezegenimizin öne­mini abartmaları olmuştur. Göklerin yeryüzünün çevresinde döndüğünün sanıldığı. Kopernikos öncesi gün­lerde bu yeterince doğaldı. Fakat Kopernikustan beri, hele çok uzak yörelerin çağdaş keşiflerle öğrenildi­ği günümüzde, yeryüzüyle böylesine ilgilenmek biraz taşralılık oluyor. Evrenin bir Yaratıcısı olsaydı, bizim küçük köşemize özel bir ilgi göster­diğini varsaymak pek akla yakın ol­mazdı. Öyle ilgileniyorsa da, O'nun değerleri bizimkilerden çok farklı ol­malı; çünkü evrenin uçsuz bucaksız yörelerinde yaşam olanaksızdır. Tanrı inancı için, William James'in popüler hale getirdiği bir de ahla­ki kanıt vardır. Buna göre; Tanrı’ya inanmalıyız, yoksa iyi davranmayız. Bu kanıta karşı ilk ve en büyük karşı çıkış, bunun bir Tanrının olduğunu değil; ancak siyasetçilerin ve eğitim­cilerin insanları onun var olduğuna inandırmaları gerektiğini gösterme­sidir. Böyle yapılıp yapılmaması ge­rektiği ise teolojik değil, politik bir sorundur. Çocuklara bayrağa saygı göstermelerinin öğretilmesi gerekti­ğini anlatan kanıtlarla aynı türden­dir. Sahici bir din duygusu olan hiç kimse, Tann’ya inanmanın faydalı olduğu görüşüyle yetinmez; çünkü gerçekten bir Tanrı olup olmadığını bilmek ister. İki sorunun aynı oldu­ğunu iddia etmek saçmadır. Çocuk yuvasında Noel Babaya inanmak faydalıdır; fakat erişkinler bunun Noel Babanın gerçekliğini kanıtladı­ğını düşünmezler. Biz siyasetle ilgilenmediğimize göre, bu kadarının ahlaki kanıtı çürütme­ye yettiğini söyleyebiliriz; ama belki bu konu biraz daha kurcalanmaya değer. Bir kere, Tann’ya inanmanın, O’na yakıştırılan hayırlı ahlak etki­leri olduğu çok şüphelidir. Tarihte bilinen en iyi adamlardan birçoğu inançsızdı. Bir örnek olarak, John Stuart Mill gösterilebilir. Tarihte bi­linen en kötü adamlardan birçoğu da inançlılardandı Bunun sayısız ör­neği arasından, belki VIII. Henry’nin tipik olduğu söylenebilir. Bu her neyse, hükümetlerin birta­kım görüşleri doğru oldukları için değil de, yararlı olmalarından ötürü desteklemesi her zaman felaket ge­tirmiştir. Öyle yapılınca, karşı savla­rı bastırmak için bir sansür kurmak zorunlu olur; "tehlikeli düşüncelere kapılmamaları için gençlerin dü­şünmelerini engellemenin akıllıca bir iş olacağına hükmedilir. Bu gibi uygulamalar Sovyet Rusya’daki gibi dine karşı kullanıldığında, teologlar onların kötü olduklarını görürler; ama onlar teologların iyi saydıkla­rı şeylerden yana kullandıklarında da kötüdürler. Düşünce özgürlüğü ve kanıta önem verme alışkanlığı, şu ya da bu teolojik dogmaya inan­maktan çok daha büyük bir ahlaki önem taşıyan konulardır. Bütün bu nedenlerle, teolojik inançların doğruluklarına bakılmaksızın fay­dalı olmalarından ötürü tutulması onaylanamaz. Aynı kanıtın birçok kişiye çekici gelen daha basit ve daha safdilce bir biçimi de vardır. İnsanlar bize, dinin avuntuları olmayaydı kaza­namayacakları kadar mutsuz ola­caklarını söylerler. Doğru olduğu kadarıyla, bu bir korkaklık savıdır. Bilinçli olarak uydurma bir ahmak cennetinde yaşamayı seçen, ancak bir korkak olabilir. Bir adam karı­sının sadakatsizliğinden kuşkulanı­yorsa. kanıtlara gözlerini kapaması, bizi onun hakkında daha iyi düşün­dürmez. Bir konuda kanıtları gör­mezlikten gelmenin aşağılanası bir şey sayılıp, bir başkasında hayran olunası bulunmasını anlamıyorum. Bu bir yana, dinin bireysel mutlu­luğa katkısı pek çok abartılmakta­dır. Mutlu olup olmamamız birçok etkene bağlıdır. Çoğu insan sağlıklı olmak ve yeterli beslenmek ihtiyacındadır. İçinde yaşadıkları top­lumsal ortamın kendileri hakkında iyi düşünmesine ve yakınlarının sevgisine ihtiyaçları vardır. Sadece bedeni sağlığa değil, akıl sağlığına da ihtiyaç duyarlar. Bütün bunlar olunca, çoğu insan teolojileri ne olursa olsun mutlu olurlar Onlar olmayınca da, çoğu insan teolojileri ne olursa olsun mutsuz olurlar. Ta­nıdığım bütün insanları düşününce, ortalama olarak, dinsel inançları olanların olmayanlardan daha mut­lu olduklarını sanmıyorum. Kendi inançlarıma gelince, ben ev­rende herhangi bir amaç sezemiyorum, sezmeye çalışmak da istemiyo­rum. Evrenin evriminin Yaratıcıyı hoşnut edecek bir son-amaca doğ­ru yavaş yavaş ilerlediğini hayal edenler, (çoğu kere kendileri bunu kavramazlar ama) mantıksal olarak Yaratıcının tüm erkli (kadir-i mutlak) olmadığı, yok tüm erkli ise araçlar­la hiç uğraşmadan amacı buyurmuş olabileceği görüşüne varmak duru­mundadırlar. Ben evrenin yöneldiği herhangi bir son-amaç görmüyo­rum. Fizikçilere göre, enerji dağılımı yavaş yavaş eşitlenecek, eşitlendik­çe de daha yararsız hale gelecektir. Gitgide, yaşam ve ışık gibi bizim il­ginç ya da hoş bulduğumuz her şey yok olacaktır- en azından bize öyle diyorlar. Evren içinde tek bir oyun temsili yapılıp perde kapandıktan sonra, yıkılıncaya kadar soğuk ve boş bırakılan bir tiyatro binası gibi­dir. Böyle olacağını kesinlikle söyle­mek istemiyorum. Bunu söyleyebil­mek için şimdi sahip olduğumuzdan daha fazla bilgimiz olması gerekirdi. Ben sadece, şimdiki kanıtlara göre olasılık taşıyan şeyi söylüyorum. Evrensel bir amaç olmadığını dog­matikçe ileri sürmeyeceğim; ama olduğuna dair en ufak bir belirli bu­lunmadığını söyleyeceğim. Şunu da ekleyeceğim ki. bir amaç varsa ve bu amaç bir tüm erkli Yaratıcının amacıysa, o zaman o çekerek yaşamaya devam eden, işte bu modası geçmiş siyasal sisteme uygun bir psikolojidir. Evet, bir de yaratıcılığın modernist biçimi vardır; buna göre Tanrı tü­m erkli değildir, büyük güçlüklere karşın elinden geleni yapmaktadır. Hıristiyanlar arasında yeni olmakla birlikte, bu düşünce tarihinde yem değildir. Platon da bulunmaktadır. Bu görüşün yanlışlığının kanıtlana­bileceğini sanmıyorum. Söylenebi­lecek tek şey. ondan yana (doğru olması için) olumlu bir sebep bulun­madığıdır. Birçok orta-yolcu kişi, verili dogma­ların yanlışlığını kanıtlamak kuşku­cuların göreviymiş gibi konuşuyor; oysa onların doğruluğunu kanıt* Bir inanış yaygınsa, onda akla yat­kın bir şeyler olmak gerektiğini düşünmek adettendir Oysa tari­hi incelemiş herhangi bin bunu kabul edemez. Vahşilerin hemen bütün inançları saçmadır. Eski uy­garlıklarda hakkında olumlu bir şey söylenebilecek belki yüzde bir kadar bir şey vardır. Günümüzdey­se... Bu noktada dikkatli olmalıyım. Sovyet Rusya’da saçma inançlar bulunduğunu hepimiz biliyoruz. Protestansak, Katoliklerin arasın­da saçma inançlar olduğunu biliriz. Katoliksek. Protestanların arasın­da saçma inançlar olduğunu bili­riz. Muhafazakâr Parti’densek. İşçi Partisindeki boş inançlara şaşarız. Sosyalistsek. muhafazakârların her şeye kolayca İnanmaları bize dehşet verir. Aziz okuyucum, kendi inançlarıma gelince, ben evrende herhangi bir amaç sezemiyorum, sezmeye çalınmak da istemiyorum. Evrenin evriminin yaratıcıyı hoşnut edecek bir son-amaca doğru yavaş yavaş ilerlediğini hayal edenler, (çoğu kere kendileri bunu kavramazlar ama) mantıksal olarak yaratıcının tüm erkli (kadir-i mutlak) olmadığı, yok tüm erkli ise araçlarla hiç uğraşmadan amacı buyurmuş olabileceği görüşüne varmak durumundadırlar.

Yaratıcının, bize anlatıldığı gibi sevecen ve iyicil olmak şöyle dur­sun düşünülemeyecek kadar kötü­cül olması gerekir. Cinayet işleyen bir adam kötü bir kişi sayılır. Öyle bir şey varsa, tüm erkli bir Tanrısal Varlık herkesi öldürmektedir. İste­yerek bir başkasına kanser bulaştı­ran bir adam bir düşman demektir. Fakat Yaratıcı, eğer varsa, her yıl binlerce kişiye bu amansız hasta­lığı bulaştırmaktadır. Çocuklarını iyi yetiştirecek bilgisi ve gücü olan bir adam, onları kötü yaparsa, ona nefretle bakılır. Fakat Tanrı, eğer varsa, çocuklarının pek çoğu için böyle yapmaktadır. Eleştirilmesi küfre düşmek olacak tüm erkli bir Tanrı kavramının tamamı, zaten ancak hükümdarların kaprisli za­limliklerine karşın kölelerinin yal­taklanmalarından hazzeden Doğu despotluklarında ortaya çıkmış olabilirdi. Orta-yolcu; teolojide ge- lamak elbette dogmacılara düşer. Ben şimdi desem ki Dünya ile Mars arasında, Güneş'in çevresinde elip­tik bir yörüngede dönen porselen bir çay demliği vardır. Bu demliğin en güçlü teleskoplarla bile görü­lemeyecek kadar küçük olduğunu eklesen) hiç kimse benim bu savı­mın yanlışlığını kanıtlayamaz. Fakat sözüme devamla, savımın yanlışlığı kanıtlanamadığına göre, ondan kuş­kulanmanın insan aklı için katla­nılmaz bir küstahlık olduğunu ileri sürsem herkes haklı olarak benim saçmaladığıma hükmeder. Fakat çay demliğinin varlığı en eski kitaplarda onaylanıyor, her pazar günü kutsal gerçek diye öğretiliyor ve okullarda çocukların zihinlerine sokuluyorsa onun var oluşundan kuşkulanmak bir eksantriklik belirtisi sayılacak, kuşkucu aydınlanmış bir çağda psi­kiyatra, daha eski bir dönemdeyse engizisyona gönderilecektir.

Sizin inançlarınızın ne olduğunu bilmiyorum; fakat onlar ne olursa olsunlar, teslim etmelisiniz ki. in­sanlığın onda dokuzunun inandık­larının onda dokuzu baştanbaşa akıldışıdır. Söz konusu inançlar, elbette sizin tutmadıklarınızda. Onun içindir ki, uzun zamandır doğru sayılan bir şeyin, hele bu gö­rüş- bütün teolojik kanaatler gibi- ancak belli coğrafyalarda egemen olmuşsa, doğruluğundan kuşkulan­manın küstahlık olduğunu düşün­müyorum.

Vardığım sonuç şudur ki geleneksel teolojinin dogmalarından herhangi birine inanmak için sebep olmadığı gibi, onların doğru olmasını istemek için de sebep yoktur. İnsan doğa güçlerine boyun eğmek durumunda olmadığı ölçüde kendi kaderini ya­ratmakta özgürdür. Sorumluluk da onundur, olanak da.

Kaynak: "Ben Evrende Herhangi Bir Amaç Sezemiyorum Tanrı Var Mı?”, Bertrand Russell, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 199, Temmuz 2010, s. 42-46



126 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page