top of page

Hakikat Sonrası; Kimi yalan haberler kalıcıdır


Hakikat Sonrası Kimi yalan haberler kalıcıdır

Bugünlerde sık sık “hakikat sonrası” çağında yaşadığımız ve dört bir yanı­mızın yalanlar ve kurmacalarla çevrili olduğu söyleniyor. Örneklere rast­lamakta zorluk çekilmiyor. Bu minvalde, Şubat 2014’ün sonlarına doğru, üzerlerinde herhangi bir ordu nişanı bulunmayan Rus özel harekât birim­leri Ukrayna’ya girdi ve Kırım’daki birtakım kilit noktaları işgal etti. Rus hükümeti ve Başkan Putin, bunların Rus birlikleri olduğunu durmadan reddettiler ve sözkonusu işgalcileri Ruslarınkine benzer mühimmatları ye­rel dükkânlardan temin etmiş olabilecek birtakım kendiliğinden oluşmuş “nefsi müdafaa grupları” şeklinde tanımladılar.' Putin ve yardımcıları, bu abesle iştigal iddiaları dile getirirken yalan söylediklerinin gayet bilincin- deydiler.

Rus milliyetçileri bu yalanı daha büyük bir hakikate hizmet ediyor diye hoş görebilir. Rusya savaşa gitmişti ve haklı bir ülkü uğruna insan öldürmek mubahsa yalan söylemek de mübah değil miydi? Ukrayna’ya saldırılmasını gerekçelendirdiği öne sürülen haklı ülkü, kutsal Rus milletinin korunmasıy- dı. Rusya’nın milli mitlerine göre Rusya azgın düşmanların işgal ve parçala­ma çabalarına rağmen binlerce yıl ayakta kalmayı başarmış kutsal bir varlık. Moğollar, Polonyalılar, İsveçliler, Napolyon’un Büyük Ordusu (Grande Armee) ve Hitler’in Wehrmacht’ının ardından şimdi de NATO, ABD ve AB Rusya’yı parçalara ayırmaya ve bu parçalardan Ukrayna gibi “sahte ülkeler” kurmaya çalışıyordu. Çoğu Rus milliyetçisinin nazarında Ukraynalıların Ruslardan ayrı bir millet olduğu, Rus milletinin birlikteliğini sağlamak adına kutsal bir yola baş koymuş Başkan Putin’in ağzından çıkabilecek herhangi bir şeyden çok daha büyük bir yalandır.

Ukrayna vatandaşları, dış gözlemciler ve profesyonel tarihçiler bu açık­lamayı sinir bozucu bulup Rus cephaneliğinden çıkma bir çeşit “yalan bom­bası” olarak değerlendirecektir. Ukraynalıların bir millet ve Ukrayna’nın bağımsız bir ülke olmadığını iddia etmek bir dizi tarihsel gerçeği hiçe saymaktır. Örneğin Rusya’nın birlik içinde bulunduğu iddia edilen bin yıl içinde Kiev ve Moskova’nın aynı ülke sınırlarında yer aldığı süre sadece üç yüz yıl kadardır. Ayrıca bu tavır, Rusya’nın daha önceden kabul ettiği ve bağımsız Ukrayna’nın egemenliğini ve sınırlarını koruyan çeşitli uluslara­rası yasa ve anlaşmaları ihlal ediyor. En önemlisi de milyonlarca Ukrayna­lının kendilerine dair düşünceleri hiçe sayılıyor. Bu insanlar kim oldukları konusunda söz sahibi değiller mi?

Ukraynalı milliyetçiler dünyada sahte ülkeler bulunduğu konusunda hiç şüphesiz Ruslarla fikir birliği edecektir. Ama Ukrayna onlardan biri de­ğil. Onlara göre bu ülkeler “Lugansk Halk Cumhuriyeti” ve “Donetsk Halk Cumhuriyeti” gibi Rusya’nın durduk yere Ukrayna’ya saldırmasının üstünü örtmek için kurduğu devletler.2

Hangi tarafı tutarsanız tutun, sadece askeri olayların değil tüm bir ta­rihin ve milletin uydurulabildiği, gerçekten de korkunç bir hakikat sonra­sı dönemde yaşıyoruz gibi görünüyor. Ama madem şimdi hakikat sonrası dönemdeyiz, hakikatin altın çağı ne zaman yaşandı? 1980’ler? 1950’ler? 1930’lar? Ve hakikat sonrası döneme geçişi ne tetikledi? İnternet mi? Sosyal medya mı? Putin ve Trump’ın yükselme dönemi mi?

Tarihe şöylesine bir bakmak propaganda ve yanlış bilgilendirmenin yeni bir şey olmadığını ve tüm bir milleti inkâr etme ve sahte ülkeler yaratma alışkanlığının uzun bir şeceresinin olduğunu ortaya koyar. 1931’de Japonlar Çin’e savaş açmaya gerekçe yaratmak için kendi kendilerine düzmece sal­dırılar düzenleyip işgali gerekçelendirmek için Manchukuo adlı sahte bir ülke yaratmıştı. Çin de uzunca süreler Tibet diye bağımsız bir ülke oldu­ğunu inkâr etmişti. İngiltere’nin Avustralya’yı ele geçirmesi “hiç kimsenin toprağı” anlamına gelen terra nullius doktrinine dayandırılarak 50 bin yıllık Aborjin tarihi etkin bir şekilde hiçe sayılmıştı.

20.yüzyılın başlarında Siyonistlerin sıkça kullandığı sloganlardan biri, topraksız bir halkın [Yahudiler] halksız bir toprağa [Filistin] dönüşünden dem vuruyordu. İşlerine öyle geldiği için yerli Arap nüfusunu yok saymışlar­dı. İsrail Başbakanı Golda Meir’in 1969’da sarfettiği şu sözler yankı uyandır­mıştı: Filistin halkı diye bir şey yok, hiçbir zaman da olmadı. Bu tür görüşler, olmayan bir şeyle yıllardır süren silahlı çatışmaya rağmen, günümüzde bile yaygın bir şekilde kabul görüyor İsrail’de. Örneğin Şubat 2016’da milletve­kili Anat Berko, İsrail Parlamentosu’nda bir konuşma yapıp Filistin halkı­nın gerçekliğinden ve tarihinden şüphe duyduğunu ortaya koydu. Kanıtı? Arapçada “p” diye bir harf bile yok, “Palestinian” diye bir halk nasıl olsun (Başka dillerde Filistin’e Palestine deniyor. Filistin adı Türkçeye, “p” yerine “f” kullanılan Arapçadan geçmiş).

Hakikat sonrasının canlı türleri

Aslında insanlar hep hakikat sonrası dönemde yaşamış. Homo sapiens ha­kikat sonrası döneme ait, gücünü kurmacalar üreterek onlara inanmaktan alan bir canlı türüdür. Kendi kendini güçlendiren mitler Taş Devri’nden bu yana insan topluluklarının hizmetinde olmuştur. Esasen Homo sapiens, ge­zegeni ele geçirmesini her şeyden önce insanlara özel bu kurmaca yaratma ve yayma yeteneğine borçludur. Çok sayıda yabancıyla işbirliği yapabilen tek memeli biziz çünkü sadece biz kurmaca anlatılar icat edip bunları yaya­biliyor ve milyonlarca başka insanı da bunlara inanmaya ikna edebiliyoruz. Herkes aynı kurmacaya inandığı müddetçe, aynı yasalara uyup etkin bir şe­kilde işbirliği yapmamız mümkün.

Bu yeni ve korkunç hakikat sonrası dönemin öncüsü olmakla Facebook, Trump ya da Putin’i sorumlu tutuyorsanız kendinize şunu hatırlatın: yüzyıllar önce milyonlarca Hıristiyan, İncil’in olgusal gerçekliğini sorgu­lamaya kalkışmadan, kendilerini mitolojik bir balonun içine hapsetmiş ve Müslümanlar da sorgusuz sualsiz Kuran’a inanmış. Bin yıl boyunca insan toplumları ağında yer alan “haber” ve “olgu” niteliğindeki çoğu şey, cesur habercilerin yeraltının en derin katmanlarından canlı yayın yaparak du­yurduğu mucize, melek, iblis ve cadılara ilişkin şeylerdi. Havva’nın aklının bir yılan tarafından çelindiğine, tüm kâfirlerin ruhunun cehennemde ca­yır cayır yandığına ya da kâinatın yaratıcısının Brahma kastından birinin dokunulmaz kastından biriyle evlenmesinden hiç hoşlanmadığına dair eli­mizde sıfır kanıt var ama yine de milyarlarca insan bu hikâyelere binlerce yıl boyunca inanmayı sürdürdü. Kimi yalan haberler kalıcıdır.

Dini yalan haberle bir tutmamın pek çok insanı kızdıracağının farkın­dayım ama mesele tam da bu. Bin kişi uydurma bir hikâyeye bir ay inanırsa bu yalan haber sayılıyor. Bir milyar kişi böyle bir şeye bin yıl inanırsa bu­nun adı din oluyor ve inananların duygularını incitmemek (ya da öfkelerini üzerimize çekmemek) için “yalan haber” diye tanımlamamamız tembihle­niyor. Yalnız dinin potansiyel iyiliğini ve etkinliğini yok saymadığıma dik­kat çekmek isterim. Aksine. Kurmaca iyisiyle kötüsüyle insanların elindeki en etkin araçlardan biridir. Dinsel öğretiler, insanları bir araya getirerek büyük ölçekli işbirliğini mümkün kılıyor. İnsanları ordu ve hapishanelerin yanı sıra hastaneler, okullar ve köprüler inşa etmeye teşvik ediyor. Adem’le Havva hiç var olmadı ama Chartres Katedrali hâlâ güzel. İncil’in büyük bir kısmı kurmaca ama yine de milyarlarca insanı coşkulandırıp hayırsever, ce­sur ve yaratıcı olmaya sevk edebiliyor; tıpkı Don Quijote, Savaş ve Barış, Harry Potter ve benzeri diğer ünlü kurmaca eserler gibi.

Kimileri İncil’le Harry Potter'ı aynı kefeye koymamdan da rahatsızlık duyabilir. Bilime kafası çalışan bir Hıristiyan, İncil’de yer alan tüm hatala­rı ve mitleri, kutsal kitaplar gerçek bir olay anlatısı şeklinde değil de derin anlamlar içeren metaforlar şeklinde okunmalıdır diyerek bertaraf edebilir. Peki aynı şey Harry Potter için de geçerli değil mi?

Köktendinci bir Hıristiyan’sanız, İncil’de yazan her kelimenin birebir doğru olduğunu iddia etmeyi sürdürebilirsiniz. Bir anlığına haklı olduğu­nuzu varsayalım. Diyelim ki İncil gerçekten de tek Tanrı’nın mutlak kelamı. O zaman Kuran, Talmud, Mormon Kitabı, Vedalar, Avesta ve Mısır Ölüler Kitabı ne olacak? Bu metinleri insan elinden (ya da şeytan elinden) çıkma mükellef kurmacalar saymak gelmez mi içinizden? Peki, Augustus ve Claudius gibi Roma imparatorlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Roma Senatosu insanları tanrı katına çıkarma gücü bulunduğunu iddia ediyor ve impara­torluk tebaasının bu tanrılara tapmasını talep ediyordu. Bu da bir kurmaca değil miydi? Aslında tarihte kendi ağzıyla kurmaca olduğunu kabul etmiş, en azından bir adet sahte tanrı örneğimiz var. Daha önce de bahsedildiği gibi 1930’lar ve 1940’larm başında Japon militarizmi İmparator Hirohito’nun kutsallığına fanatik bir inanç üstüne kuruluydu. Japonya yenik düştükten sonra Hirohito bunun gerçek olmadığını, kendisinin tanrı olmadığını ale­nen açıkladı.

Yani İncil’in hakiki bir Tanrı kelamı olduğunu düşünsek de binlerce yıl boyunca farklı kurmacalara inanmış milyarlarca dindar Hindu, Müslüman, Yahudi, Mısırlı, Romalı ve Japon kalıyor geriye. Tekrar belirtmeliyim ki söz- konusu kurmacalar değersiz ya da zararlıdır anlamına gelmiyor bu. Yine de güzel ve ilham verici sayılabilirler.

Elbette tüm dini mitler aynı derecece faydalı olmamıştır. 29 Ağustos 1255’te, Lincoln kasabasında Hugh adlı dokuz yaşında bir İngiliz çocuğunun cesedi bir kuyunun dibinde bulunmuş. Facebook ya da Tvvitter’in yokluğun­da bile çocuğun bölgenin Yahudileri tarafından ayinle öldürüldüğü söylen­tisi hızla yayılmış. Hikâye anlatıla anlatıla almış yürümüş ve dönemin önde gelen İngiliz vakanüvislerinden Matthew Paris, İngiltere’nin çeşitli yerlerin­den birtakım seçkin Yahudilerin nasıl çocuğu kaçırıp şişmanlatmak, işken­ce etmek ve sonunda da çarmıha germek için bir araya geldiklerini korkunç detaylarıyla kayda geçirmiş. Cinayeti işlediklerinden şüphe edilen on dokuz Yahudi yargılanıp infaz edilmiş. Benzer iftiralar başka İngiliz kasabalarına da sıçramış ve bunun sonucunda Yahudi topluluklarının topluca öldürüldü­ğü bir dizi katliam yaşanmış. En sonunda 1290’da İngiltere’deki tüm Yahu- diler ülke dışına sürülmüş.3

Hikâye burada bitmiyor. Yahudiler İngiltere’den sürüldükten yüz yıl son­ra, İngiliz edebiyatının babası Geoffrey Chaucer, Canterbury Hikâyeleri’nde yer alan “Baş Rahibe’nin Hikâyesi”nde Lincoln’lı Hugh’nun öyküsünü mo­del alan bir öykü anlatır. Hikâye Yahudinin asılmasıyla sonuçlanır. Benzer iftiralar ortaçağ sonlarında İspanya’dan modern Rusya’ya her Yahudi kar­şıtının olmazsa olmazı haline gelmiştir. Bunun uzak bir yankısını 2016’da bile duymak mümkün. Ortaya atılan “yalan haberde”, Hillary Clinton’m çocuk ticareti yapan bir teşkilatın başı olduğu, çocukların bilindik bir pizza- cımn bodrum katında seks kölesi olarak çalıştırılmak için tutulduğu iddia edilmişti. Clinton’ı seçim kampanyasına zarar verecek sayıda Amerikalı bu hikâyeye inandı ve hatta bir adam eline silah alıp pizzacıyı basarak bodrum katını görmeyi talep etti (meğer pizzacının bodrum katı yokmuş).4

Lincoln’lı Hugh’nun kendisine gelince, kimse gerçekten nasıl öldüğünü bilmiyor ama Lincoln Katedrali’ne gömülüp aziz ilan edilmiş. Çeşitli muci­zeler gerçekleştirmekle nam salmış ve tüm Yahudiler İngiltere’den sürgün edildikten yüzyıllar sonra bile mezarı hacıların ziyaret ettiği yerlerden biri olarak kalmış.5 Nihayet 1955’te, Soykırım’dan on yıl sonra, Lincoln Katedrali iftirayı yalanlamış ve Hugh’nun mezarının yanına üzerinde şunlar yazan bir levha yerleştirmiş:

Hıristiyan çocukların Yahudi cemaati tarafından “ayinle öldürüldüğü” hakkında uydurma hikâyeler ortaçağ ve çok sonrasında dahi yaygındı. Bu kurmacalar pek çok masum Yahudi’nin hayatına mal oldu. Lincoln’ın da böyle efsanevi bir hikâyesi var ve kurban edildiğine inanılan bu ço­cuk Katedral’e 1255’te gömülmüştür. Bu tür hikâyeler Hıristiyanlığın şa­nına leke sürmektedir.

Yani kimi yalan haberlerin ömrü yedi yüz yıl.

Bir zamanlar yalan dediğimiz hakikat olur çıkar

İşbirliğini sağlamak için kurmacaya başvuran sadece eski dinler değil. Daha yakın geçmişte her millet kendi milli mitolojisini yarattı ve komünizm, fa­şizm ve liberalizm gibi akımlar kendilerini güçlendirecek nitelikte mükellef öğretiler tasarladı. Nazi propagandası ustası ve belki de modern çağın en ba­şarılı medya sihirbazı Joseph Goebbels’in yöntemini kısa ve öz bir biçimde, “Bir kere söylenen yalan, yalan olarak kalır ama bin kere söylenen bir yalan, hakikate dönüşür,” diyerek açıkladığı rivayet edilir.7 Hitler Kavgam kitabında, “En parlak propaganda tekniği, tek bir temel ilkeyi daima aklında tutmadık­ça başarı yakalayamaz; birkaç noktayla sınırlı kalmalı ve bunları tekrar tek­rar dile getirmelidir.”8 Günümüzde bunun üstüne laf söyleyebilecek bir yalan haber simsarı var mı?

Sovyet propaganda mekanizması da hakikat konusunda aynı derece esnek­ti. Bütün bir savaşın tarihinden tutun da tek bir fotoğrafa kadar her şeyin tari­hini baştan yazıyorlardı. 29 Haziran 1936’da resmi gazete Pravda (“gerçek” an­lamına geliyor) Joseph Stalin’in yedi yaşındaki kız çocuğu Gelya Markizova’ya gülümseyerek sarıldığı bir fotoğrafı manşete taşıdı. Bu imge, Stalinist bir ikona dönüşerek Stalin’i Milletin Babası konumuna çıkarıp “Mutlu Sovyet Çocukla­rı” ideası yarattı. Ülke çapında matbaa ve fabrikalar SSCB’nin bir ucundan di­ğer ucuna tüm kamu kuruluşlarında sergilenmek üzere bu sahneyi tasvir eden milyonlarca poster, heykel ve mozaik üretmeye başladı. Nasıl Rus Ortodoks Kilisesinde kucağında bebek İsa’yı tutan Meryem ikonu eksik olmazsa, Sovyet okulları da minik Gelya’yı kucaklayan Stalin Baba ikonu olmadan olmuyordu.

Fakat Stalin’in imparatorluğunda nam salmak felakete davetiye çıkarmak demekti. Bir yıl içinde Gelya’nm babası, Japon ajanı ve Troçkist terörist suç­lamasıyla tutuklandı. 1938’de idam edilip Stalin terörünün milyonlarca kur­banından biri oldu. Gelya ve annesi Kazakistan’a sürüldü ve anne de kısa bir süre sonra şaibeli bir şekilde hayatını kaybetti. Şimdi, tüm bu “halk düşmanı” hükümlünün kızını kucaklayan Milletin Babası ikonları ne yapılacaktı? Sorun değil. O dakikadan itibaren Gelya Markizova kayıplara karıştı ve her yerde bi­ten “Mutlu Sovyet Çocuk” imgesi Mamlakat Nakhangova’yla özdeşleştirildi. Mamlakat azimle tarlada çalışıp yüklü miktarda pamuk toplayarak Lenin Ni­şanı almış on üç yaşında Tacik bir kızdı (resimdeki kızın on üç yaşında göster­mediğini düşünen olduysa da bu devrim karşıtı düşünceyi dile getirmeyecek kadar kafaları çalışıyordu).9

Sovyet propaganda mekanizması o kadar etkindi ki hem ülke içinde ya­şanan korkunç vahşeti gizlemeyi hem de dışarıya ütopik bir vizyon yansıt­mayı başarıyordu. Günümüzde Ukraynalılar Putin’in pek çok Batılı medya kuruluşunu Rusya’nın Kırım ve Donetz havzasındaki eylemleri konusunda kandırmayı başardığından şikâyet ediyor. Fakat Putin kandırma sanatı ko­nusunda Stalin’in eline su dökemez. 1930’ların başında Ukraynalılar ve di­ğer Sovyet vatandaşları Stalin’in neden olduğu kıtlıktan kırılırken, Batı’nın solcu gazetecileri ve entelektüelleri SSCB’yi ideal toplum diye göklere çıka­rıyordu. Facebook ve Twitter çağında insanın olayların hangi versiyonuna inanacağına karar vermesi kimi zaman zor olsa da en azından artık bir yö­netimin milyonlarca insanı dünyanın geri kalanının haberi olmadan katlet­mesi mümkün değil.

Dinler ve ideolojilerin dışında reklam firmaları da kurmacalara ve ya­lan haberlere bel bağlıyor. Markalaşma çoğunlukla aynı kurmaca anlatı­nın, insanlar bunun gerçek olduğuna ikna olana kadar tekrar tekrar anla­tılmasını gerektiriyor. Coca-Cola deyince aklınıza ne tür imgeler geliyor? Spor yapıp birlikte eğlenen sağlıklı gençler mi? Yoksa hastane yatağında yatan aşırı kilolu diyabet hastaları mı? Sürekli Coca-Cola içmek, sizi ne genç kılar ne de atletik; olsa olsa obez ve diyabetli olma şansınızı yükseltir. Fakat Coca-Cola kendisini gençlik, sağlık ve sporla özdeşleştirmek için yıl­lar boyunca milyarlarca dolar harcadı ve milyarlarca insanın bilinçaltına bu bağlantıyı yerleştirdi.

Gerçek şu ki hakikat hiçbir zaman Homo sapiens gündeminin tepesinde yer almadı. Çoğu insan sanıyor ki belli bir din veya ideoloji gerçeği yanlış naklediyorsa, bu din ya da ideolojinin mensupları gün gelir durumun farkı­na varır çünkü daha keskin görüşlü rakiplerle yanşamazlar. Sonuçta bu da teselli edici bir mit. Aslında insanlar arasındaki işbirliğinin gücü hakikat ve kurmaca arasındaki hassas dengeye bağlıdır.

Gerçeği çok çarpıtırsanız sizi gerçekçilikten uzak davranmaya iterek güç­ten düşürür. Örneğin 1905’te Kinjikitile Ngwale adlı Doğu Afrikalı bir med­yum, Hongo isimli yılanın ruhu tarafından ele geçirildiğini ileri sürmüş. Bu yeni peygamber Doğu Afrika’da Alman sömürgesi altında yaşayanlara bir­leşin ve Almanları topraklarınızdan sürün mesajı veriyormuş. Ngvvale me­sajını daha cazip kılmak için takipçilerine Alman kurşunlarını suya (Svahili dilinde “maji”) dönüştüreceğini iddia ettiği sihirli bir ilaç vermiş. Maji Maji Ayaklanması bu şekilde başlamış. Başarısız olmuş. Çünkü savaş alanında Alman kurşunları suya dönüşmek yerine yetersiz silahlanmış isyancıların bedenlerini delip geçmiş.10 İki bin yıl önce Yahudilerin Romalılara büyük başkaldırışı da benzer bir şekilde, Tanrının Yahudilerin tarafını tuttuğu ve yenilmez görünen Roma İmparatorluğu’nu alt etmelerine yardım edeceğine dair coşkun bir inancın eseriydi. Bu da başarısızlıkla sonuçlandı ve Kudüs’ün yerle bir edilmesine ve Yahudilerin sürülmesine yol açtı.

Öte yandan mitolojik bir anlatı olmadan insan kitlelerini etkin bir şekil­de örgütleyemezsiniz. Katışıksız gerçekliğe bağlı kalırsanız peşinizden çok az insan gelir. Mitler olmadan sadece başarısızlıkla sonuçlanan Maji Maji ve Yahudi ayaklanmaları değil, çok daha büyük başarılar kazanmış Mehdi ve Makkabiler ayaklanmaları da harekete geçirilemezdi.

İşin aslı, mesele insanları bir araya getirmek olduğunda yalan hikâyelerin hakikat karşısında yapısal bir avantajı var. Grubun sadakati­ni ölçmek istiyorsanız insanların saçmalığa inanıp inanmadığına bakmak, hakikate inanıp inanmadıklarına bakmaktan çok daha iyi bir testtir. Bü­yük şef, “Güneş doğudan doğup batıdan batar,” dediğinde alkış tutmak için şefe sadakat şart değildir. Ama şef, “Güneş batıdan doğar ve doğudan batar,” derse, sadece gerçekten sadık olanlar alkış tutar. Aynı şekilde, tüm komşularınız aynı ipe sapa gelmez hikâyeye inanıyorsa, bir kriz anında bir­birlerine destek çıkacaklarına güvenebilirsiniz. Sadece kanıtlanmış olgu­lara inanmaları neyi ispatlar ki?

İnsanları, en azından kimi koşullarda, kurmaca ve mitler yerine muta­bakat anlaşmaları aracılığıyla etkin olarak örgütlemek mümkündür diyebi­lirsiniz. Mesela ekonomik düzlemde para ve şirketler (bunların birer insan icadı olduğu herkes tarafından bilinse de) insanları herhangi bir tanrı ya da kutsal kitaptan daha etkin bir biçimde birbirine bağlıyor. Kutsal kitap söz- konusuysa gerçekten inançlı biri, “Bu kitabın kutsallığına inanıyorum,” der ama dolara gelince gerçekten inançlı biri sadece, “Başkalarının doların değerli olduğuna inandığına inanıyorum,” diyebilir. Doların insan icadı olduğu or­tada ama dünyadaki herkes yine de ona saygı duyuyor. Durum buysa, neden insanlar mitleri ve kurmacaları bırakıp dolar gibi karşılıklı mutabakat anlaş­maları doğrultusunda örgütlenmiyorlar?

Hoş, bu tür anlaşmalar da kurmacadan tamamen farklı değil. Örneğin kutsal kitaplarla para arasındaki fark ilk bakışta göründüğünden çok daha azdır. Çoğu insan doları görünce bunun insanların uzlaşımıyla anlam ka­zanmış bir şey oldpğunu unutuyor. Üzerinde ölü bir adamın resmi bulu­nan bu yeşil kâğıt parçasının kendi başına bir değeri olduğunu sanıyorlar. “Aslında bu değersiz kâğıt parçasını kullanabiliyor olmamın nedeni öteki insanlar için değer taşıması,” diye kendilerine hatırlatmıyorlar pek. Bir in­sana içi yüz dolarlık banknotlarla dolu bir çanta uzatıldığında, bu insanın beynini fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme sistemini gözlemleyebilseydiniz, beyninin heyecanla harekete geçen kısımlarının şüpheci (“Baş­kaları bunun değerine inanıyor.”) kısımlar değil açgözlü kısımlar (“Aman Tanrım! Bunu istiyorum!”) olduğunu görürdünüz. Benzer bir şekilde pek çok durumda insanlar İncil, Vedalar ya da Mormon Kitabı’na, bu kitapları kutsal addeden başka insanlara maruz kaldıkça değer atfetmeye başlarlar. Kutsal kitaplara saygı duymayı, banknotlara saygı duymayı öğrendiğimiz şekilde öğreniyoruz.

Dolayısıyla “bir şeyin sadece insanların uzlaşımı olduğunu bilmek”le “bir şeyin kendi özünde değer taşıdığına inanmak” arasında pratikte ciddi bir fark yok. Bu ayrım konusunda insanlar çoğu durumda kararsız ya da kayıtsız kalıyorlar. Başka bir örnek vermek gerekirse, oturup konu hakkın­da derinlemesine bir felsefi tartışmaya girerseniz, hemen herkes şirketlerin insanlar tarafından yaratılmış kurmacalar olduğunda anlaşır. Microsoft’u Microsoft yapan sahip olduğu binalar, çalıştırdığı insanlar ya da hizmet etti­ği hissedarlar değil. Microsoft yasa koyucular ve avukatlar tarafından örül­müş çetrefilli bir hukuki kurmacadır. Fakat zamanımızın yüzde 99’unu derin felsefi tartışmalarla geçirmiyoruz ve şirketlere kaplanlar ya da insanlar gibi gerçek varlıklar muamelesi yapıyoruz.

Gerçekle kurmacayı ayıran çizgiyi belirsizleştirmek pek çok amaca hiz­met edebilir (“eğlence olsun diye” gibi bir gerekçeden tutun da “hayatta kalmak” gibi ciddi bir amaca kadar). Gerçekle bağınızı, en azından bir sü­reliğine, askıya almadan ne oyun oynayabilir ne de roman okuyabilirsiniz. Futboldan gerçek bir keyif alabilmek için en azından doksan dakikalığına oyunun kurallarını kabul etmeniz ve bu kuralları insanların kararlaştırdı­ğını unutmanız gerek. Böyle yapmazsanız, yirmi iki kişinin bir topun peşin­den koşmasını son derece saçma bulursunuz. Herhangi bir İngiliz fanatik ya da Arjantinli milliyetçinin de katılacağı üzere, futbol eğlence olsun diye başlayıp çok daha ciddi bir meseleye dönüşebilir. Kişisel kimliklerin şekil­lenmesinde ve geniş ölçekli toplulukların oluşmasında rol oynayabileceği gibi şiddet gerekçesi haline bile gelebilir. Milletler ve dinler hormonlu futbol kulüplerine benzer.

İnsanların aynı anda hem bilip hem de bilmemek gibi muhteşem bir ye­teneği var. Daha doğrusu bir şeyi gerçekten o konu hakkında düşününce bi­liyor ama çoğu zaman düşünmedikleri için bilmiyorlar. Konuya odaklanırsa­nız, paranın kurmacadan ibaret olduğunu bilirsiniz. Ama genellikle konuya odaklanmazsınız. Biri soracak olsa, futbolun insan icadı olduğunu bilirsiniz.

Ama kendinizi maçın heyecanına kaptırdığınızda, gelip böyle bir şey soran çıkmaz. Vaktinizi ve enerjinizi ayırırsanız, millet denen şeylerin karmaşık kurmacalardan ibaret olduğunu keşfedersiniz. Ama bir savaşın ortasında böyle bir şeye ne zamanınız vardır ne de enerjiniz. Mutlak hakikate ulaş­mayı talep etseniz, Adem ile Havva anlatısının bir mit olduğunun ayırdına varırsınız. Ama mutlak hakikate ulaşmayı ne sıklıkla talep ediyorsunuz?

Hakikat ve iktidar bir yere kadar yan yana hareket edebilir ama er ya da geç kendi yollarına giderler. İktidar peşindeyseniz, bir aşamada etrafa kur­maca saçmaya başlamanız gerekir. Dünya hakkındaki hakikati öğrenmek istiyorsanız, bir aşamada iktidardan vazgeçmeniz gerekir. Müttefiklerinizi kızdıracak, taraftarlarınızın hevesini kıracak ya da toplumsal uyumu sar­sacak birtakım şeyleri kabullenmeniz gerekir, örneğin kendi iktidarınızın kaynağını. Hakikat ve iktidar arasındaki bu uçurumun esrarengiz bir yanı yok. Şahit olmak isterseniz, gidin tipik bir orta sınıf beyaz Amerikalı bulun ve ırk konusunu gündeme getirin, ana akım görüşlere sahip bir İsrailli bulun ve İşgal meselesini açın ya da sıradan bir adamla ataerkil düzen hakkında konuşmayı deneyin.

Alimler tarih boyunca bu açmazla karşı karşıya kalmıştır: İktidara mı hakikate mi hizmet ediyoruz? Herkesin aynı hikâyeye inanmasını sağlaya­rak, insanları bir arada mı tutalım, yoksa ayrı gayrı düşmek pahasına, haki­kati açık mı edelim? İster Hıristiyan rahipler ister Konfüçyüsçü Mandarinler ya da Komünist ideologlar tarafından kurulmuş olsun, en güçlü ilmi kurum­lar, birliği hakikatten üstün tutmuştur. Bu nedenle son derece güçlüydüler.

Tür itibarıyla insanlar iktidarı hakikate yeğler. Dünyayı kontrol altın­da tutmaya dünyayı anlamaktan çok daha fazla çaba harcarız ve anlamaya çalıştığımızda da dünyayı anlarsak onu daha kolay kontrol edebiliriz umu­du taşırız. Bu yüzden hakikatin hüküm sürdüğü ve mitlerin kulak arkası edildiği bir toplum hayali kuruyorsanız, Homo sapiens’ten medet ummayın. Şansınızı şempanzelerle deneyin daha iyi.

Beyin yıkama makinesinden çıkmak

Tüm bunlar, yalan haber tehlikeli değildir ya da siyasetçilerin ve din adam­larının tek ayak üstünde bin yalan söylemeye hakkı vardır anlamı taşımaz. Her haberin yalan olduğunu varsaymak, hakikati bulmak için gösterilecek tüm çabaları başarısızlığa mahkûm etmek ve ciddi gazetecilikle propagan­da arasında fark gözetmemek gibi sonuçlar da bir o kadar yanlıştır. Tüm yalan haberlerin altında gerçek olgular ve gerçek acılar yatar. Örneğin

Ukrayna’da Rus askerler gerçekten savaşıyor, binlerce insan gerçekten ölü­yor ve yüz binlerce insan gerçekten evinden barkından oluyor. İnsanların acısının kaynağı çoğunlukla kurmacaya duyulan inanç olsa da çekilen acı­lar yine de gerçek.

O yüzden yalan haberleri norm olarak kabul etmek yerine sandığımız­dan daha çetrefilli bir sorunun bir parçasını oluşturduklarını fark etmeli ve gerçekle kurmacayı birbirinden ayırmak için daha fazla gayret gösterme­liyiz. Mükemmellik arayışına girmeyin. En büyük kurmacalardan biri de dünyanın karmaşıklığını reddetmek ve dünyayı el değmemiş bir masumi­yetle şeytani kötülüğü karşı karşıya getiren keskin ayrımlar doğrultusunda algılamaktır. Hiçbir siyasetçi doğruyu ve yalnızca doğruyu dile getirmez ama kimi siyasetçiler diğerlerinden katbekat daha iyidir. Seçme şansım olsa, Stalin’i değil, her ne kadar işine geldiğinde gerçeği saptırmaktan imtina edecek yüceliği göstermemişse de, Churchill’i tercih ederim. Aynı şekilde hiçbir gazete önyargı ve hatalardan muaf değil ama bazı gazeteler doğruya ulaşmak için elinden geleni yaparken, bazıları birer beyin yıkama makinesi. 1930’larda yaşasaydım Pravda veya Der Stürmer yerine Ne w York Times gazetesine inanmayı tercih ederdim.

Kendi önyargılarımızı ortaya çıkarmaya ve bilgi kaynaklarımızı soruş­turmaya vakit ve çaba harcamak hepimizin sorumluluğu. Önceki bölüm­lerde belirtildiği gibi, her şeyi kendi başımıza araştıramayız. Ama tam da bu sebepten ötürü, en azından gazete, internet sitesi, televizyon kanalı ya da bir şahıs olmasına bakmaksızın en gözde bilgi kaynaklarımızı dikkat­li bir şekilde sorgulamalıyız. 20. bölümde beynimizin yıkanmasını nasıl önleyebileceğimizi ve gerçekle kurmacayı birbirinden nasıl ayırabileceği­mizi çok daha derinlemesine ele alacağız. Şimdilik iki basit kural önermek istiyorum.

Öncelikle güvenilir bilgiye ulaşmak istiyorsanız karşılığını ödeyin. Ha­bere bedava erişiyorsanız, elde edilen ürün siz olabilirsiniz. Düşünün ki meçhul bir milyarder size şöyle bir teklifle geldi: “Sana ayda ıoo TL vere­ceğim ve karşılığında günde bir saat beynini yıkamama, kafana istediğim siyasi ve ticari önyargıyı yerleştirmeme izin vereceksin.” Böyle bir teklifi kabul eder miydiniz? Aklı başında olup da böyle bir şeyi kabul eden pek çıkmaz. O vakit, meçhul milyarder azıcık farklı bir teklifle gelir: “Her gün bir saat boyunca beynini yıkamama izin verirsen, senden bu hizmet karşı­lığında hiçbir şey talep etmeyeceğim.” Ve teklif birden milyonlarca insana cazip gelir. Siz de onlardan olmavm.

İkinci temel kural şu: Bilhassa önemsediğiniz bir mesele varsa, konuyla ilgili bilimsel külliyatı okumaya çalışın. Bilimsel külliyat derken kastettiğim hakemli dergilerde yayımlanmış makaleler, tanınmış akademik yayınevleri tarafından basılmış kitaplar ve saygın kuruluşlarda görev yapan profesörle­rin yazıları. Bilimin sınırları olduğu ortada ve bilim geçmişte pek çok hataya imza attı. Ama bilim camiası yine de yüzyıllardır en güvenilir bilgi kayna­ğımız. Bilim camiasının bir konu hakkında yanıldığını düşünüyorsanız, bu gayet mümkün ama en azından reddettiğiniz bilimsel kuramları bilin ve sa­vınızı desteklemek için birtakım ampirik deliller sunun.

Bilim insanları da güncel kamusal tartışmalarla daha içli dışlı olmalı. İs­ter tıp ister tarih olsun, konu kendi uzmanlık alanlarını ilgilendirdiğinde ses­lerini duyurmaktan korkmamalılar. Sessizlik tarafsızlık anlamına gelme sessizlik statükoya arka çıkar. Tabii akademik çalışmaları sürdürmek ve so­nuçları sadece birkaç uzmanın okuduğu bilimsel dergilerde yayımlamak da mühim. Ama son bilimsel kuramları popüler bilim kitapları vasıtasıyla hatta sanatla kurmacayı ustaca kullanarak halka duyurmak da bir o kadar önemli.

Bilim insanları bilimkurgu yazmaya mı başlasın yani? Esasen bu o kadar da kötü bir fikir değil. Sanat insanların dünya görüşünü etkilemede kilit rol oynar ve 21. yüzyılda bilimkurgu en önemli tür sayılabilir çünkü pek çok in­sanın yapay zekâ, biyomühendislik ve iklim değişikliği gibi meselelerden ne anladığını bilimkurgu şekillendiriyor. İyi bilime ihtiyacımız olduğu kesin ama siyasi açıdan bakınca, iyi bir bilimkurgu film Science ya da Nature dergi­lerinde yayımlanan bir makaleden çok daha değerli.

Kaynak: 21. Yüzyıl için 21 ders, Harari, Kolektif Yayınları, 2018

216 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page