top of page

Var mısınız yok musunuz?

 “3 Cisim Problemi”, Dünya dışı yaşamın varlığını sorgulayan "Fermi Paradoksu" ve diğer hipotezler

1950'nin sıcak bir yaz gününde, artık Oppenheimer filmi nede­niyle ülkemizde de iyi tanınan Los Alamos Ulusal Laboratuvarı'nda sıradan bir öğle yemeğiydi. Ancak tahmin edebileceğiniz gibi, böylesi üst düzey bir laboratuvardaki öğle yemekleri bile sıra dışı muhabbet­lere sahne olabiliyor. Hele ki yemekte bir araya gelenler, dönemin en üst düzey nükleer fizikçileri olan Edward Teller, Herbert York, Emil Konopinski ve Enrico Fermi gibi isimlerse... Bu isimler, o noktada artık "nükleer çağ" olarak bilinen, yepyeni bir dönemi baş­latmış büyük dehalardı. Bu hikâyede bizi ilgilendiren ise spesifik bir öğle ye­meği sırasında bu arkadaşlar arasında geçen muhabbet.

Sohbet, yakın zamanlarda gaze­tede çıkan UFO haberleri üzerineydi. Ekip, uzayda yaşam ihtimalinden bahsediyordu. Özellikle de önlerindeki 10 yıl içinde ışıktan hızlı giden cisimler keşfetme ihtimalini tartışıyorlardı. İşte anlatılana göre bu sırada, dünyanın ilk nükleer reaktörünü yaratmayı başa­rarak 1938 Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüş olan Enrico Fermi, olduğu yerde birden sıçrayarak o meşhur soru­yu sordu: "İyi ama... Herkes nerede?"

Arkadaşları, o başka hiçbir şey söylemese de bahsettiği şeyi biliyordu: İstatistiki olarak düşünülecek olursa, evren yaşam kaynıyor olmalıydı. Fakat bugüne kadar ne UFO’ların gerçekten uzaylılara ait araçlar olduğunu ispat­layan tek bir kanıt üretilebildi, ne de teleskoplarımız ve uzay sondalarımızla canlılığa dair herhangi bir ize rastlaya­bildik. Bu durumda, tıpkı Enrico Fermi gibi, ben de size soruyorum: Herkes nerede?


Bizimkine benzer en az 100 milyar ayrı galaksi var

Bir düşünsenize; Sadece Saman­yolu galaksisi içinde 100 ila400 milyar yıldız bulunuyor. Bunların %20 kadarı, yani belki de 50 milyar tanesi Güneş'e benzer yıldızlar- ki yaşamın ortaya çıkabilmesi için illâ Güneş- benzeri bir yıldız gerekmiyor; ama hadi sadece Güneş-benzeri yıldızları alalım. Bu yıldızların en azından 10 milyar tanesinin etrafında en az 1 tane kayalık gezegen, ortalamada 5 tane gezegen bulunduğu hesaplanıyor. Ve bu, sadece Samanyolu galaksisi... Göz­lemlenebilir evrenimiz içinde bizimkine benzer en az 100 milyar galaksi var- ki bu, "tutucu" bir tahmin; sayının 300 milyardan bile fazla olduğu düşünülü­yor. Hele hele cüce galaksileri de buna dahil edersek, sayı bir anda 7-8 trilyo­na fırlıyor! "Cüce" dediğime bakmayın, onların içinde de milyarlarca yıldız var!

Tüm bu sayılar, bizim gözlem­lenebilir evren dediğimiz, teleskop­larımızla pratik veya teorik olarak gözlemleyebileceğimiz uzaklıkların sınırında kalan galaksi ve yıldızlar. Halbuki evrenin kendisi, bizim göz­lemleyebildiğimiz kısmından ibaret değil. Özetle, evrende bırakın "farklı" yaşam formlarını, Dünya'da bildiği­miz türden yaşamı bile barındırabile­cek katrilyonlarca gezegen var. Dünya bunlardan sadece bir tanesi.

Yaşam size daha önceden bu köşede yazdığım yazılarda anlat­tığım gibi, dünyamızın 4.6 milyar yıllık ömrünün daha ilk birkaç yüz milyon yılı içinde, cansız moleküllerin, kimyasal evrim yoluyla karmaşıklaş­masıyla, yani abiyogenez ile başladı. Tabii ki kimyasal evrim de diğer doğa yasaları gibi Dünya'ya özgü olan bir şey değil; evrende kimya­sal moleküllerin olduğu her yerde geçerli. Hele ki Büyük Patlama'dan bu yana geçen 13.8 milyar yıllık süreyi düşünecek olursak yaşam, özellikle de yıldızların yaşanabilir bölgesi içinde bulunan gezegenler­de çoktan evrimleşmiş olmalı. Ve tıpkı dünyamızda olduğu gibi, diğer gezegenlerde evrimleşen yaşamı oluşturan canlılardan bir kısmı, nihayetinde illaki medeniyetler inşa edip galaksilere yayılmaya başlamış olmalı. Haliyle, yıldız sistemlerine, hatta galaksilerine hükmedebilmiş bir medeniyetin izleri Dünya’dan ' bakıldığında görünebilir olmalı.

Paranın öteki yüzü olan pratik tarafta ise şu gerçek var: Bugüne kadar bırakın yıldızlarına veya galaksilerine hükmeden medeniyetleri, Dünya haricindeki herhangi bir yerde "canlı" sayabileceğimiz hiçbir varlıkla, ufacık bir bakteriyle bile karşılaşmadık! İşte yaşamın yaygınlığı konusunda yüksek olasılıklar veren teorik hesaplarımız ile pratik gerçekliği ortaya koyan gözlem­sel verilerimiz arasındaki bu uyum­suzluğa, başta anlattığım hikayenin şerefine "Fermi Paradoksu" diyoruz.


“Karanlık Orman Hipotezi”ne göre, zeki medeniyetler daha önceki kötü deneyimlerinden ötürü yeni medeniyetlerle irtibata geçmeyerek sessizce bekliyor olabilirler


Ne yazık ki bu paradoksun henüz bir çözümü yok; çünkü elimizde, uzay­lılar hakkında nihai bir yargıya varma­ya yetecek kadar veri yok. Ama şunu unutmayın: Doğada "paradoks" diye bir şey yok ve olamaz da! Paradokslar, bilimimizin Evren'e dair henüz tam olarak çözemediği veya teorilerimizin yeterince izah edemediği bir şeyler olduğunun bir göstergesi. Dolayısıyla Fermi Paradoksu'nun da mantıksal olarak sadece iki çözümü olabilir: Ya uzaylılar yok. Ya da uzaylılar var ama biz onları tespit edemedik.

Tabii ki uzaylıların neden var olmadığının veya varlarsa bile onları neden tespit edemediğimizin çok farklı nedenleri olabilir. Örneğin bir açıkla­ma, "Büyük Filtre Hipotezi" dediğimiz bir şey olabilir. Bu hipotez, Dünya dışı zeki yaşamın tespit edilememesinin nedeninin, yaşamın "cansızlık" mer­tebesinden, "üstün medeniyet" mer­tebesine kadarolan basamaklardan herhangi birini geçmesini kısıtlandıran bazı zorlu engeller olduğunu söylüyor. Mesela herhangi bir nedenle cansız moleküllerden canlılık oluşumu (abiyogenez) düşük ihtimalli bir olaysa, o zaman çok sayıda gezegen bile olsa yaşam sadece 1-2 noktada başlamış olabilir. Keza yaşam yüz binlerce kez başladıysa bile, mesela ökaryotik hüc­relerin evrimi veya çok hücreli yaşamın ortaya çıkışı sandığımızdan daha zorlu bir süreçse, o zaman bu yaşamların ezici çoğunluğu kaçınılmaz olarak tek hücreli olacaktır.

Büyük Filtre, yalnızca biyolojik süreçleri değil, aynı zamanda zeki yaşamın evrimini de kapsıyor. Örneğin belki de insan-benzeri bir zekanın evrimleşmesine kadar olan bütün basamaklar basitçe aşılabilir; ama in­san-benzeri zekalar, evrimsel süreçte zihinsel zaaflarından yeterince ayıklanamadan önce doğal seçilimi yavaşla­tarak kendi evrimlerini kısıtlandırıyor olabilirler. Eğer bu doğruysa, bugün kendi medeniyetimizde de gördüğü­müz güce tamah etme, birbirimizi yok etme, savaşma ve hükmedilen alana yönelik saplantı gibi dürtülerimiz yüzünden medeniyetler de belli bir seviyeyi aşamadan kendilerini yok ediyor olabilirler.

Çok uzaktalarsa iletişim bir zaman meselesi olabilir

Tabii ki bir diğer olasılık şu: Oralar­da bir yerlerde zeki medeniyetler varsa bile, bu medeniyetler eğer ki bizim gibi sadece son birkaç bin yılda yükseldilerse, o medeniyetlerden saçılan ışık henüz Dünya'ya ulaşmamış olabilir! Mesela 70 milyon ışık yılı uzaktan hiper bir teleskopla Dünya'ya bakan bir uzaylı, insanların değil, dinozorların hükmettiği bir Dünya görecek. Bu, şu anlama geliyor: Yanlış zamanda yanlış yere bakıyor olabiliriz ve bu nedenle yaşamı gözden kaçırıyor olabiliriz.

Buradaki bir diğer ihtimal, “SETİ Paradoksu" olarak bilinen bir fikir. Buna göre medeniyetler, uzaya sinyal göndermek yerine sadece uzaydaki sinyalleri dinlemeyi tercih ediyor olabilirler. Bunun sebebi, uzaya sinyal göndermenin riskli bir iş olması: Ya oralarda bir yerlerde zeki yaşam form­larını kolonize etmek isteyen mede­niyetler varsa? Tabii bununla paralel bir diğer ihtimal, uzaylıların kullandığı elektromanyetik dalga frekanslarının bizim genelde dinlediklerimizle örtüşmüyor olması olabilir.

SETİ Paradoksunun uzantısı olan bir diğer ihtimalse, "Karanlık Orman Hipotezi" dediğimiz korkunç bir hipo­tez: Buna göre uzayda zeki medeniyet­ler bol böl bulunuyor olabilirler; ama daha önceki kötü deneyimlerinden ötürü yeni medeniyetlerle irtibata geç­meyerek, sessizce bekliyor olabilirler.

Tabii bu hipotezlerin birçoğu, diğer medeniyetlerin bizden daha üstün olduğu varsayımına dayanıyor. Halbu­ki diğer medeniyetlerin bizden daha üstün olduğunu varsaymak zorunda değiliz. Belki de diğer medeniyetler de sınırlı teknolojiye sahip ve bizim gözlemleyebileceğimiz büyüklükte medeniyetler inşa edememişlerdir.

Mesela bununla aynı mantığı takip eden bir başka ihtimal, medeniyetlerin isteseler bile büyük medeniyetler inşa edememesi olabilir. Belki de medeni­yetlerin doğduğu yıldız sistemleri için­deki madde ve malzeme miktarı, bir medeniyetin o sisteme veya galaksiye hükmetmesi için yeterli değildir.


Belki de evrenin bile ‘unuttuğu' bir noktadayız

Bir diğer ihtimalse konumla ilgili;

Belki de evrende üstün medeniyetler vardır, ancak Evren'in akıl almaz bü­yüklüğü düşünülecek olursa, biz onlar­dan çok uzakta bir yerde evrimleşmiş olabiliriz. Yani Dünya, Evren'in şanssız bir köşesinde bulunuyor olabilir ve bu nedenle de diğer yaşamları tespit etmemiz için çok daha uzun süreler gerekiyor olabilir.

Bir diğer ihtimal, kendimizi çok üstün görüyor olmamız olabilir. Yani uzayda bizden üstün yaşam formları var olabilir; ama diğer yaşam formla­rını basitçe umursamıyor olabilirler.

Şöyle düşünün: Bir ev inşa etmeniz gerektiğinde, inşaat alanında yaşayan karıncaların, sincapların veya farelerin hayatını ve hatta varlığını umursuyor musunuz? Onlarla irtibata geçmeye çalışıyor musunuz, onların rızasını alıyor musunuz? İşte uzaydaki üstün medeniyetler de bizim zayıf ve ezik medeniyetimizi basitçe umursamıyor olabilirler.

Tabii bunun tam zıddı da mümkün olabilir: Buna bilimde "Hayvanat Bahçesi Hipotezi" diyoruz. Buna göre uzaylılar, varlığımızın farkında olabilir­ler ama tıpkı bizim hayvanat bahçesin­deki hayvanları gözlemenin ötesinde onlara pek fazla karışmamamız gibi, onlar da bize karışmıyor olabilirler.


Dışarı açılmak istememeleri de ihtimallerden biri

Görebileceğiniz gibi, elde çok sayı­da hipotez ama çok az sayıda veri var.

En basitinden, uzaylı bir medeniyet varsa bile onun neler yapmak isteyip istemeyeceğini hayal etmesi bile güç! Belki de uzaya yayılmak istemiyorlardır? Belki de insanlar ilgilerini çekmiyordur? Belki de psikolojik yapıları "yayılma" "işgal" ve "kolonizasyon" gibi kavramları algılayamayacak kadar farklı evrimleşmiştir? Belki de bu olasılıkların hepsi hatalıdır ve ' tamamen başka bir olasılık doğrudur? Belki de Dünya'da yaşam, bir nedenle gerçekten de biriciktir ve evrenin hiçbir yerinde evrimleşemeyecektir?

Bu tip belirsiz durumlarda bilim, bize hiçbir açıklamayı nihai doğru olarak kabul etmemeyi tembihliyor (buna, “boş hipotez" diyoruz). Hiçbiri hakkında pozitif ve objektif bir kanıt bulunmadığı için, bilimin boş hipotezi, bu saydığım hipotezlerin hepsinin hatalı olduğunu varsaymamızı gerekti­riyor. Yapmamız gereken, bu hipotez­leri aklımızın bir köşesinde tutup yeni veri ışığında bunların doğruluk payını tekrar gözden geçirmek ve hiçbirine saplanıp kalmamak... Hoşumuza giden bir tanesinin nihai gerçek oldu­ğunu varsaymamak... Çünkü bunu yapacak olursak, gerçekten de doğru olan olasılığı tutturma ihtimalimiz yok denecek kadar az. Bu durumda bilimin ilerleyişine ve gerçeğe ulaşma olasılığı­mıza da ket vurmuş olacağız.

Usta bilim kurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın da dediği gibi: "İki olasılık var: Ya Evren'de yalnızız, ya da de­ğiliz. Her iki olasılık da eşit derecede ürkütücü...”


Kaynak: Çağrı Mert Bakırcı, Oksijen Gazetesi, 29 Mart 2024



69 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page