top of page

FELSEFE TARİHİ-OLİVER DHİLLY


YUNAN DÜNYASI

Artık Yunanlı değiliz

"Gerçek yaşam yoktur. Dünyada değiliz." XIX. yüzyıl sonunda Rimbaud'nun Cehennemde Bir Mevsim'de yaptığı tespit budur. Dünyada olmak güven veren, bize destek olan bir dünyada bulunmaktır. Tersine Camus'nün romanı Yabancı'nın kahramanı Meursaultgibi dünyada olmamak dünyanın karşısında bir tuhaflık hissetmektir. Niçin? Çünkü dünya sessizleşmiştir. Ne yapmamız gerektiği konusunda hiçbir şey söylemiyor bize. Ne olması gerek­tiği konusunda da bir şey söylemiyor. Hayat çok gürültülü. Yaşan­mış gerçek yaşam budur. Gerisi cehennemdir. Ve her şeyden önce de cehennem artık bize yol göstermeyen bir dünya karşısında sonsuz endişe veren bir dünyadır.

Rimbaud'dan iki yüz yıl önce Pascal Düşünceler adlı yapıtında şu ünlü sözüyle bu durumu özetlemiştir: "Sonsuz uzamların ebedi sessizliği ürkütüyor beni." Biz modernler, doğayı, dünyayı biline­cek, tanınacak objeler dünyası yapalım. İnsan karşısında bulduğu bu dünyada eyleyecektir. Egemen olmak ve dönüştürmek istediği bir dünyadır bu. Umutların -gelişen bilimlerimiz sayesinde bazı baskılardan kurtarabiliriz kendimizi- ama aynı zamanda korku ve endişelerin kaynağı olabilir bu dünya. Eylemlerimizin sonuçlarını bilemiyoruz, doğa ve dünya da ne yapmamız gerektiğini söylemi­yor. Durumumuz budur. İnsan kendisine bırakılmıştır bu nedenle sürekli soru sorar.

Nasıl yaşamak gerekiyor peki? İyi yaşamak nasıl olur? Felse­fenin cevap vermemize yardımcı olabileceği soru. Ama bu soru bir Yunanlıya sorulabileceği gibi sorulmaz. Yunanlıların hayatın anlamı, amacı, yaşama biçimi, iyi yaşama, doğru yaşama konu­larında soru sormadıkları anlamına gelmiyor bu; bir Yunanlı için insan hiçbir zaman bir nesne karşısında, dünya karşısında bir özne değildir. Bir Yunanlıya göre dünya fethedilmesi gere­ken bir alan, öğrenmek istediğimiz ve daha güçlü bir biçimde egemen olmak istediğimiz yasalara uyan bir doğa değildir, biı kozmostur, uyumlu bir biçimde organize olmuş bir bütünlüktür Yaşamak, iyi yaşamak bu uyum ilkesiyle uyumlu olarak yaşama­ya çalışmaktır. Eğer felsefe bilgelik arayışıysa ancak bu düzer içinde gerçekleşebilir.

Felsefenin doğuşu

Geri dönelim. Genel kabul gören düşünceye göre felsefe MC VII. yüzyılda Yunanistan'da ortaya çıkmıştır ve bizim dünyayla ilişkilerimizde gördüğümüzü sandığımız değişimi adlandırma! için "Yunan mucizesi" olarak adlandırılır. Hiç kuşkusuz bu ifade yığınla tartışmaya yol açmıştır çünkü böyle bir deyim kulla nıldığında öteki kültürlerin ve uygarlıkların getirileri reddedi lerek tarihin bir dönemine çok fazla önem verilip verilmediğ sorgulanır. Bununla birlikte bu dönemde önemli bir kopuşur gerçekleştiğini de kabul etmek gerekir. Geleneksel olarak dinin ya da mitin insanların dünya, başlangıcı, düzeni ve kendiler hakkında sorulara verdikleri cevaplara bakarken akla başvurulur. Bu durumda cevapları artık sadece tanrıların tarafında ve düşse dünyada aramak söz konusu olamaz, her şeyi akıl sayesinde anlamaya çalışmak gerekir. Ve bu sorular Akdeniz havzasında Güney İtalya'da ve Sicilya'da (o dönemde Yunan egemenliği altındaydı) sorulacaktır.

Çok sayıda karşıtlık

Tabii ki bu yaklaşım değişikliğinin, dünyayı sorgulamanın bu yeni biçiminin çatışma ve karşıtlık olmadan gerçekleşeceğini düşünmek meseleyi basitleştirmek olur. Filozoflar ne kadar bilge olurlarsa olsunlar sordukları sorulara verecekleri cevaplarda anla­şamazlar. Düşünce tarihinin ve tabii ki antik düşünce tarihinin bütün bunların dışında kalmış olmaları düşünülemez. Bu konu­larda çok hararetli tartışmalar olmuştur. Aristoteles eski hocası Platon'dan koparak, gerçeği dostlarına tercih ettiğini söyleyecek, Sokrates ve öğrencisi Platon sofistlere karşı çıkmayı sürdürecek ve hayalperestler olarak göreceklerdir onları... Örnekleri böyle çoğaltabiliriz.

Sokrates'ten önce

Bunun dışında, presokratik filozoflardan söz edildiğinde Antik Yunan felsefesinde iki dönem vardır. Bu anlamda ve bütün bu nedenlerle hemen bir birlik oluşması mümkün değildir kesin­likle. Tüm bu değişen şeylerde direnen nedir? Var olan her şeyi düzenleyen, bunlara anlam veren nedir? Su, atomlar, ateş, sayı? İlk filozofların, presokratiklerin, sözgelimi Thales'in sorduğu soru­lardır bunlar. Sürekli büyük mitolojik şiirleri tekrar ederler, yorum­larlar ve kozmosun rasyonel bir açıklamasını yapmak isterler. Bu durumda var olanı düşünmektir söz konusu olan. Varlığı düşün­mek. Bunun büyük bir program olduğu söylenecektir ama olma­yanı düşünmeye çalışmak da çok anlamsız görünebilir! Şu halde var olan sadece kendisiyle özdeş olan, değişmeyendir. Değişen, dönüşen şey yanılgıdır. Sözgelimi 2+2=4 dediğimizde zaman ara­cılığıyla doğruluğu kanıtlanmış dolayısıyla değişmeyecek mate­matik bir doğruyu ifade ederiz. Böylece eğer düşünmek, var olanı düşünmekse o zaman düşünce değişeni kavrayamaz. Büyük bir presokratik filozofun, Parmenides'in öğrencisi Zenon'un daha sonraki kuşaklara bırakacağı paradokslar bunlardır.

Sokratik dönüm noktası

Ama MÖ V. yüzyılda, Yunanistan'da yeni bir çalkantı yaşanır. O zamana kadar değişim aklın mite dönüşmesi olgusunda yatıyor­du ama artık insan ve söylem her şeyin merkezindedir. Ve yeni bir soru sorma, sorgulama biçimi ortaya çıkar. Sokrates'le birlikte fel­sefe hem insan hem varlık üstüne soru olur. Presokratik filozoflar Sokrates'i izleyecek olan filozoflardan bu nedenle ayrılır. Sokrates hiçbir şey yazmamıştır, oysa düşüncesi felsefe geleneğini derin­lemesine etkilemiştir. Sokrates'i esasen başkalarının metinlerin­den özellikle de belli başlı hayranlarından birinin metinlerinden tanırız. Bu kişi Platon'dur. Platon'un bize bıraktığı Sokrates imajı herkes tarafından paylaşılmaz ve sözgelimi Aristophanes gibi bazılarının çizdiği portreler o kadar olumlu değildir. Bununla birlikte Sokrates bir yöntem başlatmıştır. Sormak, sorgulamak, ruhları doğurtmak: Maieutika.

Platon ve Aristoteles

Platon felsefe sahnesine kesin girişini MÖ 399'da Sokrates davasıyla yapmıştır. Platon bu dava sırasında 28 yaşındadır. Sokrates'e Tanrılara karşı saygısızlık ve dinsizlik, ayrıca gençleri baştan çıkardığı suçlamasıyla ölüm cezası verilmiştir oysa Platon'a göre Sokrates dünyanın en dürüst insanıdır. Rezalettir bu ölüm cezası Platon'a göre ve bu olaydan sonra en dürüst insanın özgürce yaşayabileceği bir site tasarlar: adaletli bir site. Bunun için adaletin basit bir kanaat sorunu olmaması gerekir, ayrıca ada­letin, özünün ne olduğunu kanıtlayabilmek gerekir. Düşünmek var olanı düşünebilmektir, şeylerin özünü, Platon'un Idealar'ını kavrayabilmektir... İdealardan başka gerçeklik yoktur ve idealizm teriminin kökeni de budur. Bilmek için mağaradan, kanı ve inan­cın karanlığından çıkmak gerekir.

"Ama nedir bu İdealar?" diye sorar Aristoteles. Gerçeklikleri nedir bunların? Platon bir biliminin mümkün olabileceği bir istikrarlı idealar dünyası oluşturarak, değişken duyulur bir dünya problemini çözdüğüne inanmıştır ama başka bir problemle karşı karşıya bırakmıştır bizi: İdealar dünyası ve duyulur dünya ara­sındaki ilişki problemi. Duyulur olandan hareket etmek gerekir çünkü bilgi duyumdan hareket eder: yatak ideasına bakarak yatak imal edilmez, farklı yatakları gözlemleyerek üretebilirsiniz bir yatağı. Dolayısıyla söz konusu olan, dünyayı sadece gökyüzüne bakarak değil yeryüzüne bakarak anlamaktır... hangi amaçların izlenmiş olduğunu sorgulayarak çünkü her etkinlik kendi amacı olan bir iyiye yönelir. En yüce amaç nedir o halde? Öteki amaçların sadece araçlar olduğu amaç ve bu en yüce iyi mutluluktur.

Antik bilgelikler

Çünkü söz konusu olan sadece var olanı değil aynı zaman­da var olan içinde yaşama biçimimizi de sorgulamaktır. Etik bir düşünce bu anlamda gelişecektir. Ve insanı akıllı bir varlık olarak tasarlıyorsak arzuları ve sıkıntıları da vardır onun. Diyojen ve kinik­ler yaşamda uygarlığı mutsuzluklarımızın nedeni olarak görürler. Epikürcülere göre cehalet ve boş inançlardır mutsuzluğun kay­nağı. Stoacılar ise mutsuzluğun nedeninin tatminsizlik olduğunu düşünürler: dünyayı değiştirmek isteyeceğimize, onu tanımayı öğrenelim ve emrimize alalım. Ama bu iki akım özellikle politik kriz temelinde gelişecektir. MÖ IV. yüzyılda Atina artık zirvede değildir... Onun yıldızı bir önceki yüzyılda parlamıştır. 404'te site en büyük düşmanı Sparta'ya karşı dokuz yıl süren savaşı kaybet­miştir. Birçok düşmanlık çıkar ortaya. Klasik dönemin demokrasisi yerini yavaş yavaş demagoglar savaşına bırakmıştır ve bu durum­da politik yaşam sadece görüntü oyunları olmuştur artık. Geri­leme, bölünmeler yeni bir düşünme biçiminin kapılarını açarlar ama bu arada bilgelik arayışından da vazgeçilmez. Artık kendini gösterme yeri olarak düşünülemeyen bu çerçeve dışında nasıl bilge ve mutlu olunabilir? İki temel akım gelişecektir: Zenon'la birlikte site çerçevesini aşan bir kozmopolitizm düşüncesi gelişti­ren stoacılık (Yunanca stoa) ve felsefenin bir yaşam biçimi olarak görüldüğü dostlardan ve bilgelerden ibaret bir toplumda ortak yaşam düşüncesi geliştiren Epikürcülük.

Kozmos düşüncesi

Şu halde bütün bu farklılıklara rağmen, gördüğümüz gibi bu farklı düşüncelerde bir ortak nokta vardır: kozmos düşüncesi. Kozmos terimi düzen, akılcı, uyumlu, doğru ilişkiler üreten düzen anlamına gelir. Bu nedenle günümüzde kullanılan kozmetik terimi vardır: güzelleştirmeye yönelik tüm önlemler. Dolayısıyla kozmos genel olarak düzen ve uyum ilkesidir ve özel varlıklar arasındaki ilişkiyi ama aynı zamanda da her varlığın unsurları arasındaki ilişkiyi düzenler. Böylece kozmos bir tür organize ve canlı bir varlıktır ve bütün dünyaya gönderme yapar. Dolayısıyla bütün dünya uyumlu bir örgütlenme ilkesiyle yönetilir ve Yunan düşüncesi bütünüyle doğa ve geometrik kozmos düşüncesine göre düzenlenmiştir.

Böylelikle bilgelik her zaman bu uyumun ve adaletin bilgisi olarak tasarlanmıştır. Herkes bu düzen ilkesine ulaşabilmeli ve izlemelidir onu. Bir başka deyişle bilgelik kozmik düzene hayran olmaktır... Yunanlıların theoria dediği şeydir bu: zihnin vizyonu, derin düşünce.

Uyum ve adalet

Böylece bilgelik bilgiyle eşanlamlı olmuştur. Bu nedenle Pla­ton bize dürüst ve doğru insanın görünüşleri bıraktığını ve ada­letin esasını bildiğini söyleyecektir. Bu insan mağaradan çıkarken İdeaları kendinden geçerek seyreden insandır. Ama gene bu nedenle Epikuros ve stoacılar bize bilgeliğin dünyanın düzeninin bilinmesiyle eşanlamlı olduğunu söyleyeceklerdir. Adalet kav­ramının öncelikle sıkı biçimde kozmosa bağlı olduğu trajedide de bulduğumuz bir düşüncedir bu: kozmosun uyum olmasının nedeni merkezinde olan şeyin yasa ve uyum olarak tasarlanan şeyin dünyayı koruyan olmasıdır ... böylelikle eylemlerimize bir sınır gelmiştir. Bu sınırı aşmak ölçüsüzlük, şeylerin düzenini boz­maya çalışmaktır. Oysa insan kesinlikle bu uyumlu ilişkileri teh­likeye atabilen, ölçüsüz olabilen varlıktır. Trajediler bunu anlatır bize: insan tecavüz edebilir çünkü hakkından fazlasını ister. Ama kozmos her zaman bu alevi söndürür ve düzen geri gelir sonunda.

Politika

Bu uyumlu düzen fikri ayrıca Atina'da görkemli dönemini yaşa­yan demokrasinin doğuşu sırasında politika alanında da görül­müştür. Felsefenin doğuşu demokrasinin doğuşuyla aynı döne­me denk düşer aşağı yukarı ve demokrasi ibadet biçimlerine bağlı zorlamalardan kurtulmuş bir özgür düşüncenin ortaya çıkışını teşvik etmiştir. Atina'da VI. yüzyılın sonunda Klistenes'in demok­ratik reformları, kamusal alanın, içinde kozmos düzeni bulunan basit ve düzenli hale getirilmesine dayanır: agoranın kentin kalbi, yurttaşların kendi aralarında eşitlik ilkeleriyle bağlı oldukları karar­ların alındığı merkez olması gibi Dünya da kozmosun merkezinde sabit bir yerdir. Klistenes toplumsal sınıflar hiyerarşisini ortadan kaldırmak amacıyla Atina'yı dört bölüme ayırır. Kent artık nüfus kategorilerine göre tanımlanmaz, merkezinde toplanmış sivil ve dinsel yapılara göre tanımlanır. Vernant'ın söylediği gibi: "Polis hiyerarşisiz, homojen bir dünya gibi olur [...], toplumsal ortam yuvarlak ve belli bir merkezi olan bir kozmos biçimini alır ve bura­da her yurttaş bütün ötekilere benzediğinden sivil alanı oluştu­ran bütün simetrik konumlardaki devrenin tümünü kateder." Ve Atina'nın gerilemesinden sonra bile daha önce söylediğimiz gibi antik bilgeliklerde, belli ölçüde sitenin reddedilmesi fikri vardır, bu bağlamda insanın mutluluğunun dünyanın düzeniyle uyum içinde yaşanarak mümkün olabileceği düşünülür.

Sonuç

Yunan düşüncesinde doğal düzen ile özgürlük dünyası arasın­daki ikicilik anlamsızdır çünkü farklılıklara rağmen bütün Yunan düşüncesi insanın anlamak zorunda olduğu uyumlu organi­zasyon ilkesi düşüncesiyle desteklenir. İnsan olmak bilinmesi gereken bir kozmosta yaşamaktır. Buna göre bu dünya düzeni ne yapmamız gerektiğini söyleyebilir bize çünkü ancak bu düzeni bilerek bilgeliğe ulaşabiliriz. Ama biz modernler için bilgi bilge­likle eşdeğer değildir. Büyücü çırakları bilgi dünyasındaki ilerle­menin büyük bir tehlike oluşturabileceğini göstermişlerdir bize. Dünya artık bize rehberlik eden uyumlu bir düzen değildir ve bu anlamda Yunanlı değiliz artık. Böylece konunun başında yararlan­dığımız Rimbaud'nun formülasyonunu anlamaya başlayabiliriz: "Dünyada yaşamıyoruz." Bu kopma, insanın dünyayla ilişkisindeki bu radikal değişiklik genel olarak XV. yüzyılın sonuna oturtulan modernitenin doğuşu denilen şeye denk düşecektir. Ama Yunan dünyasından modern çağa geçerken insanın dünyayla ilişkisinde başka önemli bir değişiklik de gerçekleşmiştir: Hıristiyanlığın ve daha genel olarak da tektanrıcılıkların gelişmesi.

TEKTANRICILIK VE DEĞİŞİM

Bir dönemle ilgili önyargılar

Antik Yunan düşüncenin gelişmesinin bir modeli olarak sunu­lur, ortaçağ ise genellikle Roma'nın sonundan Bizans İmpara- torluğu'nun sonuna kadar olan dönemin içine yerleştirilir ve genellikle bir gerileme hatta karanlıkçılık dönemi olarak bilinir. Bu konuyla ilgili bütün önyargıları anlayabilmek için bu dönem referansından hangi bağlamlarda yararlanıldığını gözlemlemek yeterlidir. Bu önyargılar çok sertse eğer nedenlerinden biri de hiç kuşkusuz bu dönemde akıl tutulması yaşandığının düşünülme­sidir. Ortaçağda dinbilim ve din bütün sosyal dokuya damgasını vurmuştur. Bu çağda inançsız insana ender rastlanır.

İşe başlarken felsefenin, akla dayanmanın, dünyayı din ve mit­lerle açıklama girişimlerinin önüne geçtiğini söyledik. O zaman din sorununa ve felsefeyle ilişkilerine dönmek tuhaf gözükebilir. Felse­fenin, bilgeliğin akıl ve bilgi işi olduğunu söyledik... theoria terimi­nin içindedir bu; din ise inanç işidir... Bununla birlikte tektanrıcılık- larda görülen gelişmeler Yunan düşüncesinin ve Batı düşüncesinde bizim dünyayla ilişkimizin temel dönüşümüne götürecektir.

Enkarnasyon ve kozmosun gözden düşmesi

Bu dönüşümü basit bir sözcükle özetleyebiliriz: enkarnasyon. Tanrı insan olmuştur. Tanrısal olan artık kozmos değil, dünyanın ve insanların yaratıcısı, sonsuz güce sahip bir varlıktır. Dolayısıyla kozmosun değer yitirmesine tanık olacağız çünkü kozmos artık yaratılmış bir şeyden, bir yaratıktan başka bir şey değildir ve dün­yanın üstündeki Tanrısal bir iradeye bağlıdır. İnsanlar artık dünya­nın uyumunu taklit ederek kendilerini kurtarmayacaklar ve iyi bir yaşama kavuşmayacaklardır. Mutlak Tanrısal güce boyun eğerek ulaşacaklardır buna. O zaman felsefe esasen bir yaşam disiplini olacaktır; daha önce de bilgelikle eşdeğerliydi.

Hıristiyanlığın doğuşu

Ama bu değişimi iyi anlayabilmek için biraz tarihe dönelim. Hıristiyanlık ilk üç yüzyılında gizli kalmak zorundaydı. Hıristiyan­ların her şeyden önce imparatorluğa zararlı bir Yahudi tarikatı olduğu ve bütün kötülüklerin bu tarikattan geldiği düşünülü­yordu. Ama MS 313'te üç yüz yıllık bir mücadeleden sonra Roma imparatoru Constantinus Hıristiyanlığı meşru din olarak kabul eder. 380'de dağılan imparatorluğu birleştirmek isteyen Theodo- sius Hıristiyanlığı resmi din yapar. Hıristiyanlık sayıları fazla olan paganların karşı çıkmalarına rağmen egemen politik güç haline gelir.

Tanrı'ya dönmek

Bununla birlikte felsefeyi başlangıcından itibaren hep aynı sorular meşgul etmiştir: Dünya nedir? Nasıl oluşmuştur? İnsanlar nasıl yaşamalıdır? İyi yaşamak nasıl olur? Dünya, yaşam ve anlamı sürekli tartışılır. MÖ ilk yüzyıllarda Platon ve Aristoteles felsefeleri büyük bir etki yapmaya devam etmiştir. Yeniplatonculuk adı veri­len akım Platon ve Aristoteles arasında bir sentez oluşturmaya çalışacak ve böylelikle Platoncu kavranabilir dünya özlemlerine yeniden kavuşacaktır. İyi yaşamak, insanın ruhunu kavranabilir dünya düzeyine, Tanrısallığa doğru yükseltmesidir. Daha sonar, mutlu olmak için dağılmamak, kaybolmamak gerekir düşünce­sini Aziz Augustinus'da buluruz. Bunun için de yaşamın özüne, istikrarlı ve ebedi bir birliğe dönmek gerekir; Tanrı, canlı ve ebedi varlık. Burada geleneksel felsefi sorgulamanın dine nasıl baktığını ve özellikle de insanın nasıl Tanrı'ya dönerek kurtulabileceğini görürüz. Artık kozmos olmayan bir Tanrı'dır bu, sonsuz bir güç ve iradeyle donanmış bir varlıktır.

Sevgiyle kurtuluş

Böylece görüyoruz ki Yunan geleneği ile Hıristiyan geleneği arasında gerçek bir karşıtlık yoktur ve hatta belli bir ilişki vardır: Platon'da iyi, ruhun yükselmek zorunda olduğu Idea'dır. Her şeyi yöneten bu ilke Yeniplatonculukta insanın yükselmesi gereken Tanrısallıktır. Aynı şekilde Aristoteles felsefesi üç tektanrılı dinde geliştirilen düşünceyi birçok noktada besleyecektir. Ama Hıristi­yanlıkla birlikte dünyayla ilişki de değişir; her şeyden önce sorun bilgi sorunu değildir, Tanrı kelamına güven sorunudur ve bizi kurtarmak için gelen İsa'da somutlaşır bu kelam. Kötülük nedir? Bir Yunanlı için günah ölçüsüzlüktü, insanın kozmosun uyumunu bozması anlamına gelen ubris'di ama şimdi artık günah insanın özünün bir parçasıdır, günahkâr olmaktır. Uyumlu bir dünya şimdi günahla ve kusurlu insanla lekelenmiştir. Bu nedenle ger­çek bir sevgi sayesinde Tanrı'ya kavuşmak gerekir. Bu nedenle Augustinus'un, Hıristiyan olmadan önceki başıboş yaşamını anla­tırken söylediği "Aşkı seviyordum ama âşık olmuyordum" sözünü bu anlamda yorumlamak gerekir.

İradenin özgürlüğü

Yunan geleneğinde günah kadere bağlıydı. Oedipus babasını öldürüp annesiyle yattığında tam bir cehalet içinde davranmış­tır. Günahı dünyanın düzenine göre kesinlikle bir düzensizliktir ama bunun gerçek sorumlusu o değildir. Hıristiyan geleneğinde kötülük bir yasağa uymamaktır, iyiyi ve kötüyü tanıma ağacının meyvesine dokunmak zararlıydı ama insan bunu yaptı. Böylece Hıristiyanlık irade özgürlüğünü yaratmıştır, Tanrı insanı itaatsizlik konusunda özgür bırakmıştır. İnsan günahlarından sorumludur. Modern insanın temel kavramı irade özgürlüğünü yaratan Hıris­tiyanlık genel olarak bütün insanların aynı durumda olduklarını kabul eder. Bunun sonucunda çağdaş düşünceyi bugün de besle­yen eşitlik ve evrensellik düşünceleri doğacaktır.

Tarihin bir düşüncesi

Eğer insan günahlarından sorumluysa ve Tanrı'yı severek günahlarını bağışlatması mümkünse tarih sürekli tekrarlanan bir şey değildir. Yunanlılar Herodotos araştırmalarıyla tarih yarattılar- sa Hıristiyanlık da kurtuluşa kadar giderek tarihselliği yaratmıştır. Bu durumda tarih teriminin ikinci bir anlamı ortaya çıkmıştır. Yunanlıların modeli daire biçiminde zamanın zıddı olan çizgisel zaman kavramı gelişir. Böylece Aziz Augustinus tarihin yinelenen bir çevrim olmadığını, yönlendirilmiş bir oluşum olduğunu göste­recektir ve bu oluşum içinde iki site birliktedir; kendini sevmeye dayanan dünyevi site ve sevgi modeli Tanrı sitesi. Dolayısıyla burada da yeni bir evren vizyonuyla karşı karşıyayız; tarihin bir anlamı vardır, bir amaca yönelmiştir. İnsan açık ve anlam yüklü bir zamansallık içinde ortaya çıkar. Modern çağda gelişme düşünce­sine varacak olan bir yaklaşımdır bu.

İnanç ve akıl

Felsefe mitlerden ve dinden koparak ortaya çıkmıştı ve şimdi başka bir biçimde gene dinle buluşuyor. Dolayısıyla inanç ile akıl arasındaki ilişkiler sorunu çıkıyor ortaya. Modern bir gelenek içinde genellikle din ile akıl karşıtlaştırılır. Bir yanda kayıtsız şart­sız kabullenme olan ve akılla hiç ilgisi olmayan inanç vardır; öte yanda kanıtlara, kanıtlamalara gönderme yapan bilgi ve akıldan yararlanma vardır. 2+2=4'e inanmıyorum, kanıtlıyorum; buna karşılık Teslis'e inanabilirim, 1=1+1+1 (Baba, oğul ve kutsal ruh birdir). Burada akıl değil, inanç, sevgi söz konusudur. O zaman felsefe yapmak istiyorsak inanç ile aklı nasıl bağdaştıracağız? Aziz Augustinus'dan Aziz Tommaso'ya kadar Hıristiyan düşüncesinde bu soru eksik olmayacaktır. Ama Yahudi ve İslam geleneklerinde de sorulacaktır ve bu gelenekler Aristoteles düşüncesinin kutsal metinlerle nasıl bağdaştığını anlamaya çalışacaklardır. Burada kavrayış ve aklı hiçbir biçimde kutsallaştırmak söz konusu olma­dığından felsefeden söz edilebilir.

MOBERNİTE’NİN DOĞUŞUNDAN AYDINLANMAYA

Modernite kavramı

Modernite'nin doğuşu denilen kavramla yeni ve temel bir kopma yaşanacaktır. Burada insanın dünyayla ilişkisi değişecektir. Moder­nite terimi geçmişe göre şimdiye ve geleceğe verilen bir değer içe­rir (modern olmayan, çağının insanı olmayan dışlanması ya da en azından yakınılması gereken biridir) ve bir nitelik olarak ileri sürül­müştür. Modernite düşüncesi gelişme kavramına gönderme yapar ve gelenekten kopuş içerir. Daha önce gördüğümüz gibi ortaçağ çok büyük ölçüde Aristoteles damgasını taşır. Bu bağlamda akıl ile inancı, felsefe ile dini bağdaştırmak söz konusuydu. O dönemde Aristoteles düşüncesi dünyanın hiyerarşik düzenini anlamak için ideal bir temel olarak ortaya çıkıyordu. Dünyamerkezcilik eğilimi Kilise'yi kesinlikle tatmin ediyordu. Doğa kozmos gibi, içinde herke­sin yerini alacağı kapalı bir dünya gibi düşünülüyordu. Yunanlılarda politika kozmos düzeninde yer alır ve bilgelik bu düzenin izlenme­sidir. Hıristiyanlıkta ise bilgelik Tanrı otoritesine bağlıdır. Buna göre bütün bu düzen, bütün bu hiyerarşi sarsılacaktır. Kozmos kavramı­nın yok olmasıyla ve dinsel otoritenin tartışmaya açılmasıyla gerçek bir devrim yaşanacaktır. O zaman, kozmos ve uyumlu düzeni de Tanrı kelamı da bizi yönlendiremiyorsa nasıl yaşayacağız? Hangi modele göre? Hangi değerlere göre?

Yeni dünyanın keşfi

Tarihsel açıdan bu dönem ortaçağın sonuyla başlar. Modern çağ denilen dönemin doğuşu konusunda genellikle Yeni Dünya'nın keşfinin tarihi olan 1492 verilir. Kolomb hiç kuşkusuz Çin'i keşfettiğini düşünmüştür. Lizbon'a dönüşünde Katolik kral­lara gezisiyle ilgili raporlar gönderir. Sarayda çalışan bir İtalyan, Anghiera bu raporlardan haberdar olur ve Roma'ya şu bilgiyi verir: "Kolomb kesinlikle Çin'e gitmemiştir, zaten verdiği bilgiler de bizim elimizdeki bilgilerle uyuşmuyor. Buna karşılık önemli adaları ziyaret etmiş ve bu adaların bir yenidünya' ya ait olmaları ihtimal dahilindedir." Birkaç yıl sonra, 1500'de, Kopernik Roma'ya gider ve bu mektuptan haberdar olur. Bu dönemde dünyanın resmi tarifi Ptolemaios'unkidir (MS l.-ll. yüzyıllar); Ptolemaios hesaplamalarıyla Aristotelesyen dünya kavramını matematik açı­dan açıklamaya çalışmış, biri yeryüzü öbürü gökyüzü olmak üzere iki dünya ayırt etmiş ve Dünya'yı kozmosun merkezi yapmıştır. Kopernik de Ptolemaios'un hesaplamalarından yararlanarak ve bunları matematik açıdan basitleştirmeye çalışarak bir güneş- merkezcilik hipotezi geliştirecektir. Bu yenidünyanın keşfi en azından iki açıdan önemlidir; o döneme kadar bilinen sınırların ötesindeki bir dünyanın varlığını düşünmek; dolayısıyla hümanist Montaigne'in de belirteceği gibi dünyanın etnikmerkezli vizyo­numuzun tartışılması, dünyamerkezciliği kesinlikle saf dışı eden modern bilimin doğuşu olan bilimsel devrime götürecektir yavaş yavaş.

Modern bilimin doğuşu

Galilei döneminde (1564-1642) üç dünya sistemi karşıtlaşır: Ptolemaios sistemi, Kopernik sistemi ve bunları uzlaştıran Ticho Brahe sistemi. Dünya merkezde hareketsizdir ama öteki gezegen­ler Güneş'in çevresinde dönerler ve Dünya çevresinde hareketin­de eşlik ederler ona. Aristoteles sistemiyle ilgili büyük tartışmalar yapılmıştır. Galilei Güneşmerkezli tezleri ilk bulan bilim insanı olmasa da ilk gerçek doğa biliminin, fizik biliminin kurucusudur.

Çok erken dönemde Güneş merkezciliğe inanmıştır ve Ark- himedes tezleriyle yakından ilgilenmiştir. Gerçekten de yüzen kaplar denge yasaları doğruysa De caelo'nun (Gökler üzerine) tüm yapıları yıkılır: Arkhimedes'e göre bu şu durumu kavramaktır: bir cisim için belirli bir ortamda yükselmek ve alçalmak belli bir ilişkiyi açıklayan ve Aristoteles'in yaptığı gibi ağır ya da hafif cisimlerin gizli özelliklerinden anlaşılacak bir şey değildir. Aristoteles'e göre bir cismin düşme hızı bu cismin ağırlığıyla doğru orantılıydı. Gali­lei ise havanın direncinin yaprak gibi objelerin düşüşünü yavaş­lattığını gözlemlemiştir. Buna karşılık bütün ağır ve yoğun objeler aynı hızla düşer. Böylece cisimlerin düşme yasasını saptar; buna göre serbest bir şekilde düşen bir cisim düşme zamanıyla oran­tılı, iki kat bir hızla düşer (V=1/2gt2). Dolayısıyla söz konusu olan niteliksel (ağır, hafif) bir yaklaşım değil niceliksel bir yaklaşımdır. Bir başka deyişle Galilei devrimi doğal olguları değerlendirmek, matematiği doğaya uygulamak, bir fizik (Yunanca phusis doğa anlamına gelir. Dolayısıyla fizik bilimi terimi) bilimi oluşturmaktır.

Kapalı kozmos’dan sonsuz evrene

"Doğanın büyük kitabı matematik diliyle yazılmıştır" der Gali­lei. Doğa incelemelerine ölçünün girişi bizim dünyaya yaklaşı­mımızda ve dünya anlayışımızda temel bir kopma oluşturur. O zamana kadar sadece yıldızların belli bir düzeni olduğu düşünülü­yordu. İki dünya birbirinden ayrılırken matematiğin (ve astronomi gibi bilimlerin yapılabileceği) uygulanabileceği düzenli bir gök­yüzü dünyası, belirsiz, düzensiz, değişen bir dünya olan yeryüzü dünyasından ayrılıyordu. Galilei matematiği doğaya uygularken iki dünyanın da aynı özelliklere sahip olduğunu ileri sürerek evre­nin birliği görüşünü tamamlar. Artık söz konusu olan, olguları ereksel nedenlerle açıklamak değil; bunları ayrıştırmak, şifrelerini çözmek, hipotezler oluşturmak ve bunları doğrulamak, nedenleri soyutlayarak kurallar yani olgular arasında gerekli ve sürekli iliş­kileri göstermektir (eğer X... o zaman zorunlu olarak Y Bu durumda Aristoteles dünyasından ama aynı zamanda Kilise'nin otoritesinden kesin bir kopuş söz konusudur. Böylece ayrıcalıklı Yer kavramı ortadan kalkar ve evrenin merkezinde hareketsiz bir Dünya düşüncesini desteklemek için hiçbir neden olmaz.

Dünya: bilinecek ve egemen olunacak bir obje

Galilei yeni bir bilim düşüncesini temsil eder ve doğanın rasyonel bir gerekliliğe tabi olduğunu ve bilim konusu olabile­ceğini gösterir. Kitapların otoritesine boyun eğmeyi reddederek (Dünya evrenin merkezinde değildir), deneyden mantıklı bir biçimde yararlanarak her türlü dogmatizm biçiminden kesinlikle kopar. Yeni bir hareket ve doğa bilimi geliştirerek matematikteki gelişmelerin fizikle atbaşı gideceği bir alan açar. Böylece Yunan kozmosu ve Tanrı kelamı ikili modeli sarsılır. Bundan böyle dünya artık bir model değildir ve bizim bilebileceğimiz yasaların bütünü­ne indirgenir. Buna göre bilim ve tekniğin gelişmeleri konusunda her türlü umut beslenebilir. Bu tespit sonucu Descartes 1647'de insanın "doğanın efendisi ve sahibi gibi olabileceğini" söyleye­cektir. Doğayla ilişkimizi radikal biçimde değiştiren modern fizik, içinde insanın artık ayrıcalıklı bir yere sahip olmadığı bir dünyayı gösterir bize. Bu dünya kimilerine göre düş kırıcıdır ve Pascal gibi bir filozofu sorular sormaya götürür ve ilk başta biz de bunları anıyoruz. Artık sessiz olan bu dünyada nasıl yaşanabilir, "sonsuz uzamların bu ebedi sessizliğinin bizi ürküten bir yanı yok mudur? Ne yapmamız gerektiğini kim söyleyecektir bize?

Modem bireyin doğuşu

Dolayısıyla insan bir nesne karşısında, doğa karşısında bir özne olur. Bir kez daha Aristoteles felsefesinden beslenen genel düşünceden kopan modern birey kavramı doğacaktır. Descartes bütün gelenekten koparak, rasyonel temele dayanmayan şeyleri reddederek tek kesin gerçeklik olan "düşünüyorum”un kesinliği noktasına varacaktır.

Modem devletin doğuşu

Öte yandan politika alanında da radikal değişiklikler görüle­cektir. O zamana kadar soru, olası en iyi politik rejimin hangisi olduğuydu ve politika ahlaksal ve dinsel bir soruna bağlanıyordu. Gelenekten kopuşla birlikte politikanın özerkleşmesi düşüncesi doğacaktır. XVI. yüzyıl başında Machiavelli'yle birlikte modern devlet doğar. Politikanın uyumlu bir hayat oluşturabileceğini san­mak bir hayaldir. Bütün geleneği besleyen bu varsayım aşılmalıdır çünkü ahlak, din ile politika arasındaki bir karışıklıktan kaynakla­nır. Politika konusunun ciddi biçimde düşünülmesi isteniyorsa insanların oldukları gibi kabul edilmeleri gerekir, yaşamayan insanlarla ilgili varsayımlarda bulunmamak gerekir, öte dünyada­ki olası uyumlu yaşamla karıştığı için hiçbir zaman var olmayacak bir dünyevi yaşam varsayımında bulunmamak gerekir. Politika bütünüyle insani bir kurumdur, dine dayandırılmaması gerekir. Politikanın amaçları dinsel değildir, iktidarın korunmasına hizmet eder bu amaçlar. Sözgelimi modern devletlere özgü bir kategori olan hikmet-i hükümet (devlet aklı) böyle ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yüzyılda İngiltere'de Hobbes bundan böyle Galilei'nin bilim yapması gibi bir politika yapmanın gerekli olduğunu söyler ve hak sahibi kavramını ve eşit haklara sahip bireyler düşüncesini başlatan bir gerçekçilik kaygısıyla sözleşme kavramını geliştirir.

Aklın iktidarı ele geçirmesi

Bununla birlikte, XVII. yüzyılda bu otorite eleştirisi yeni değil­dir. Ayrıca Reform böyle bir eleştirinin zirve yapması olmuştur çünkü Kilise'nin otoritesinin tartışılması söz konusuydu. Bunun­la birlikte Reform kökenlere yapılan bir çağrıdır çünkü özgün metinlere sadakate geri dönüş söz konusudur. Bireyin Tanrı'yla ayrıcalıklı bir ilişkisini kabul eder, dolayısıyla bu anlamda "ben"in olumlanması söz konusudur ama temel olarak aşkın bir Tanrı'nın gündeme getirilmesi söz konusu değildir. Geleneğin aşkın değer­lere dayandığı yerde modernite politik egemenliğin meşruiyetini akla verme iradesinin hüküm süreceği, Tanrı ya da dinin yerini evrenselleştirilebilen ilkelerle yönlendirilmesi koşuluyla insanın kendisinden gelen bir otorite aracılığıyla aklın alacağı bir zaman dilimine dayanır. Sözgelimi Spinoza'da görebileceğimiz gibi akıl meşruiyet ilkesi olur.

Aydınlanma’dan İlerleme Düşüncesine

Cehalet ve boş inanca karşı

Dolayısıyla dine teslim edilmiş olan felsefe ortaçağın sonundan başlayarak insanın kendisi tarafından yeniden fethedilmesini üstlenmiştir. İnsan aklını kullanmaya davet edilmiştir. Birey her türlü bilginin temeli olur. Doğa matematik diliyle yazılmış oldu­ğundan onu evcilleştirmek mümkündür. Dolayısıyla söz konusu olan otoritenin keyfiliğiyle, önyargılarla ve dinsel belirsizliklerle mücadele etmektir. Otorite artık insanın kendisindedir ve akla güven cehaletle, boş inançlarla ve önyargılarla mücadele olanağı sağlar. Sürekli insanın gelişmesi ve ilerlemesi için çaba harcayan Aydınlanma'nın özellikleridir bunlar.

Galilei'den Newton'a

Aydınlanma ifadesi esasen bir dönemle, temel olarak XVIII. yüzyılla ilişkilidir ve kamuoyu, felsefe, bilimlerin ve tekniklerin gelişmesi gibi olgulara gönderme yapar. Aydınlanma karanlığa karşıdır, farklı alanlarda gelişen akıldan yararlanmanın sunacağı aydınlığı ifade eder. Bununla birlikte bu akla dayanma olgusu yeni bir şey değildir. Descartes'da görmüştük bunu: "İnsana en adaletli biçimde dağıtılmış şey akıldır," demiştir. Ama burada önemli bir fark görülür ve bu gene kısmen bilim devrimine, bizim dünyayla ilişkimizdeki büyük bir dönüşüme bağlıdır. Kozmos düşüncesinden kopan modern dünya Galilei fiziği sayesinde orta­ya çıkmıştır ama şimdi bu yeni değişmeyi anlamamızı sağlayan Newton'un düşünceleridir.

Newton devrimi

Newton birçok alanda çok önemli bilimsel gelişmelerin yaratı­cısı olmuştur; sonsuz küçük hesabı, ışığın yapısı teorileri, özellikle çok önemli bir buluş olan evrensel kütle çekimi yasası. Bu bağ­lamda Newton şu düşünceden hareket eder: Yeryüzü'nde geçerli fizik kuralları aynı zamanda bütün evrende geçerlidir. Yeryüzü'nde olup bitenleri Yeryüzü ötesine de yaymamız ve sonuçların göz­lemlerimizle uyuşup uyuşmadıklarını görmemiz gerekir. Yerçekimi vadilerde, dağların zirvelerine göre daha kuvvetlidir ama Ay'ı ya da gezegenlerden birini tasavvur ettiğimizde yerçekiminin olmaması gibi bir şey düşünülemez. Dolayısıyla Ay'ın hareketinin bir düşme hareketi olarak, Ay'ın Dünya'ya olan uzaklığı göz önünde bulundu­rulduğunda düşme yasasında olduğu gibi hareketsizlik yasası gere­ği çizgiden sapan hareketin yönü olarak anlaşılması gerekmez mi?

Yeni bir bilimsel faaliyet biçimi

Ve Newton yeni bir yöntem başlatır; bilmek, gözlemlemek ve değerlendirmektir. Şeylerin nedenleri sorgulanmaz artık, önemli olan sadece nasıl ve doğrudan doğruya değerlendirilebilendir. Nesnelerle değil ilişkilerle ilgelenilir. Newton sadece olguların titiz bir şekilde gözlemlenmesiyle bulunan matematik bağlantıları kabul eder. Ve şu sözüyle ünlüdür: "Hipotez geliştiriyormuş gibi yapmıyorum." Dünya gözlemlenebilir, değerlendirilebilir ve bunu anlayabilmek için bilim ve akıl dışında hipotoze gerek yoktur. Doğanın yasalara tabi olduğunu söyleyen akıl ve bu yasaların nedenleri üstüne doğrudan bir sorgulama söz konusu değildir. En azından bilim yapmak için böyle bir sorgulama gerekli değildir artık. Bunun sonucunda metafizik belli ölçüde reddedilecektir.

Metafiziğin reddedilmesi

Aydınlanma yüzyılının çatışmalardan, mücadelelerden ve anlaşmazlıklardan uzak olduğunu söylemek doğru değildir. Bu bağlamda tam bir birlik olmadığını söyleyerek işe başlayabiliriz. Sayısız kavga ve çatışma görülmüştür bu dönemde: Voltaire Rousseau'ya saldırır ve onu eleştirirken onun insanları orma­na gönderip dört ayak üstünde dolaştırmak istediğini söyler; tam bir tanrıtanımaz olan Diderot dünyayı açıklama bağlamın­da Voltaire'den ve bir Büyük Saatçi'den uzak durur; Rousseau "ansiklopedici tayfası"yla kavga ader; Voltaire Holbach'ın tanrı­tanımazlığına karşı çıkar. Her halükârda kesinlikle bir ortak nokta vardır burada; akıl dünyası dışında metafiziğin reddedilmesi ya da metafiziğe farklı bakış. Daha doğru bir ifadeyle şöyle bir düşünce gelişmiştir: Metafizik kanıtlanabilir ve dolayısıyla tümel olabilece­ği söylenen gerçekleri bilebileceğini iddia ettiğinde ikiyüzlü olur. Her türlü dogmatizmin reddedilmesi sadece Fransa'da görülmez, İngiltere ve tabii ki Almanya'da da yaygındır. Sözgelimi İngiliz filozofu Hume Kant'ı "dogmatik uykusu"ndan uyandırırken septik bir düşünce geliştirecektir. Bu düşünce içinde mutlak gerçeğin ifade edilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Fransa'da meta­fiziğin reddedilmesi açık seçik biçimde Tanrı ya da ruh üstüne tartışmaların kaçınılmaz biçimde doğurduğu hoşgörüsüzlüğün, bağnazlığın reddedilmesidir. Akıldan bu şekilde yararlanma çok sayıda çatışmayı getirecektir beraberinde;

* keyfiliğe karşı

* işkenceye karşı

* hoşgörüsüzlüğe karşı

* ayrımcılıklara karşı

* köleliğe karşı

* girişim ve ticaret serbestisine karşı.

Kamusal alan ve politika

İnsanın aklı vardır ve bu akıl ona gerçekleri kendisinin bul­masını sağlar. Ama bu akıl çocukluk döneminde kalırsa birey düzleminde ve insan türü düzleminde bu gerçeklere ulaşılamaz asla. Dolayısıyla Aydınlanma aklı yetişkin durumuna getirme eği­timidir. Kant'ın Aydınlarıma Nedir? adlı yapıtında göstereceği gibi en güçlü akıl dışarıdan gelecek bir esinlemeye ihtiyaç duymayan akıldır. Aydınlanma azınlık durumundan kurtulmamızı sağlayan bir süreçtir. Azınlık durumu bize kendi aklımız dururken başkası­nın otoritesini zorla kabul ettiren durumdur. Bundan böyle bize rehberlik etmesi gereken kesinlikle ve sadece akıl olduğuna göre bilgileri aktarmak ve düşünceleri tartışmaya açmak bir gereklilik­tir. Tartışmaların, eleştirilerin kamuoyu önünde ve kamuoyuna açık olması gerekir. Argümanların rasyonel biçimde karşılaştırıl­ması sayesinde bu fikir alışverişleri uygarlığın gelişmesinin bir aracı olabilir. Ayrıca XVIII. yüzyıl edebiyat salonlarının, kafelerin, fikir alışverişi ve emeğin yüzyılıdır ama aynı zamanda tartışma yeri olarak basının gelişme yüzyılıdır. Bu aynı zamanda Rousseau'nun yüzyılıdır: Rousseau bütün bireyleri bağlayan bir sözleşme fikrini bu yüzyılda geliştirmiştir. Filozof bu bağlamda bireyleri toplu halde bir irade eylemi içinde bir araya getirmiş ve Fransız devri- mini hazırlayanları çok büyük ölçüde etkilemiştir.

İlerleme düşüncesi

Modernite kavramı içinde aynı zamanda zamanı farklı biçimde kavrama düşüncesi vardır, geleceğe doğru bir tür ok gibi çizilen bir zaman düşüncesi. Yakın konusunda pozitif ve eski konusun­da daha çok negatif bir düşüncemiz vardır. Çok daha sonraları ilerleme kavramını getirmiştir bu düşünceler. Bir Yunanlı için, özellikle Aristotelesyen bir kozmos düşüncesine göre iki dünya vardır: göksel dünya, yeryüzü dünyası, belli bir düzenin egemen olduğu dünya ve değişme dünyası. Gökyüzüne baktığımızda yıl­dızların hareketinden doğan bir zaman çevrimi anlayışına sahip oluruz. Yeryüzüne bakarken, hayata bakarken çizgisel bir zaman kavramına sahip oluruz ama bu zaman oluşum ve yozlaşmayla eşdeğerdir. Dolayısıyla zaman artık bir yinelenme ya da tedrici bir gerileme değil geçmişe karşı kazanılan zafer gibi büyük bir zenginliktir. Yenilik, yenilik olarak kesinlikle ve özellikle insani bir deney gibi değerlendirilir. Bilince, zaman aracılığıyla yıldızların ve mevsimlerin kımıltısız düzeni biçiminde değil kendisi olmuş, yal­nızlığı ve eksikliği içindeki insan biçiminde yansır. Bu altüst oluş da bütün ihtişamıyla XVIII. yüzyılda görülecektir.

Uhrevi saadetten mutluluğa

Bu çizgisel zaman düşüncesi tabii ki XVIII. yüzyıl öncesi­ne dayanır. Daha önce gördüğümüz gibi Aziz Augustinus bu anlayıştan bütün insanlığı içeren bir dünya tarihi çıkaran ilk düşünürdür. İnsanlık çağdan çağa daha iyiye gidecektir. İlerle­me teorisi bu çizgisel tarih anlayışını dünyasallaştırır ve bunun sonucunda modern düşünceler gelişir. Augustinus'un Hıristiyan düşüncesinden farklı olarak öte dünya, göksel dünya bu dün­yaya indirilir. Bir başka deyişle uhrevi saadetin yerini mutluluk alır. Bu durumda hıristiyanlıktan geriye insanlığın gelecekteki mükemmelliği düşüncesi ve insanlığın kesinlikle tek bir amaca yönelmiş olduğu düşüncesi kalır ama Tanrı'nın rolü düşüncesi terk edilir çünkü onun yerine insan aklı geçmiştir artık. XIX. yüz­yıl başında Hegel bu çerçeve içinde bilincin ve zihnin tarihini açıklayarak gerçek bir sistem geliştirecektir. Dolayısıyla XVIII. yüzyılda insan, çevresi ve eğitimi sayesinde gelişebilen bir varlık olarak düşünülmüştür. Gene bu nedenle insanlık boş inançlar, önyargılar ve gelenekler gibi gelişmesinin önünde engel oluştu­ran her şeyden kurtulmak zorundadır. İnsanı belirleyen geçmişi değil geleceği olmalıdır.

İlerlemenin hizmetindeki bilim

19.yüzyılda sanayi devrimi bireylerin yaşam koşullarında büyük değişiklikler meydana getirmiştir ve ilerleme teorisi Batı'da zirve yapmıştır. Bu bağlamda felsefi anlamda öne çıkan, akıldan çok bilimdir. İnsanlığın "bilimsel" örgütlenmesi ve bütün top­lumsal olguların biliminin geliştirilmesi umudu yaygınlaşır. Fou- rier (Falanster) Saint-Simon (teknokratik ilkeler), Auguste Comte ("ilerleme dini") sürekli bu tema üstünde dururlar. Ayrıca şunu da belirtelim ki bu dönemde ilerleme fikri dünyanın her tarafına "uygarlığın" yararlarını göstereceğini söyleyen sömürgeciliğin meşrulaştırılmasına da hizmet etmiştir. Bununla birlikte sana­yideki ve teknikteki gelişmelere rağmen eşitsizlikler kesinlikle ortadan kalkmamıştır ve bir kez daha bilim ama artık ekonomi bilimi Marx'ın işine yarayacaktır; ekonomi bilimi Marx için ideolo­jik yanılsamaların ağırlığını ifşa ettikten sonra tarihi anlama ve bir devrimin gerekliliğini açıklama konusunda analiz aracı olmuştur.

MOBERNİTE’NİN ELEŞTİRİSİ VE KRİZİ

Uygarlıkta sıkıntı

XIX. yüzyıl sonunda sanayi toplumu gelişirken ve kültür ile ahla­kın yani insanlığın sonsuz gelişmesini güvence altına alıyormuş gibi gözüken bilimsel aklın etkisiyle ritmi hızlanırken Nietzsche derin bir sıkıntının varlığından söz eder ve nihilizmi ilan eder. Öte yandan Alman sosyolog Max Weber de modernite kavramının tümünü "dünyanın düş kırıklığı" ifadesiyle özetler. Eskiden bilimin Tanrı'ya götürebileceği düşünülüyordu. Bu düşünce bitmiştir. Bilim Tanrı'ya götürmemekle kalmaz yaşamın amaçları, anlamı üstüne sorulabilecek sorulara da hiçbir cevap getirmez. Aklın hedefi sade­ce etkinlik, egemenliktir ve dünya dilsizleşmiştir. Tanrı dünyadan çekilmiştir. Biraz daha geç bir dönemde Freud psikanalitik keşiflerin ışığında toplumu analiz ederken belirtisi nihilizm olan "uygarlığın sıkıntısından söz edecektir ve burada da XX. yüzyılın büyük bölü­münde çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan bir tema söz konusudur. Saçma, bunalım, melankoli, bulantı temalarıyla birlikte varoluşçu düşüncelerin başarısı da bu durumun, insanlığın girmiş olduğu ve büyük çalkantıların görüldüğü bu çağın altını çizer.

Nihilizm

Nihilizme göre dünyanın hiçbirimiz için hiçbir anlamı yoktur. İnanmaya çalışıyoruz belki ama aslında biliyoruz ki ve öncesine göre daha iyi biliyoruz ki dünya, kolektif ya da bireysel yaşamımız anlamlı değildir. Böyle bir olasılık ortaçağ ya da Antikite insanına gerçekten yabancıydı. Nihilizme göre insanlar artık hangi amaç­lara yöneleceklerini, hangi ideali benimseyeceklerini ve iyi, kötü, adalet, sevgi hatta doğru sözcüğünün anlamlarını bilmiyorlar. Ve insanlar neyin değerli olabileceğini, neyin yaşanmaya değer oldu­ğunu da bilmiyorlar, sözcüklerin ve eylemlerin gerçek ağırlığını, sözcüklerin ve nesnelerin gücünü bilmiyorlar. Sanki yaşam artık düşüncelerimizden, sözlerimizden ve eylemlerimizden çekilmiş gibi. Rimbaud, Cehennemde Bir Mevsim'de "Dünya'da değiliz" der. Mesele sadece dünyanın sessizleşmiş olması değildir, modernite- nin vaatleri de yerine gelmemiş gibidir.

Düşüncenin krizi

Modernitenin bir eleştirisini teşvik edecek olan modernite krizi çeşitli alanlarda ortaya çıkmıştır ve aynı zamanda aklın eliş- tirisine de götürecektir. Aklın insanı özerkliğine kavuşturması, insanlığı da gelişmeye ve ilerlemeye götürmesi gerekiyordu. Öncelikle bilimde ortaya çıkan ve teknolojik bir akla dönüşen akıl

20.yüzyılda felaketlere götürmüştür. Önce bilimsel pozitivizm iflas etmiş gibidir. Bilim bize gerçekten söz ettiğini ve ilerlemenin itici gücü olduğunu iddia ediyordu ama bilimin gerçekten söz ettiğinin doğru olduğu söylenebilir mi? Bir başka deyişle poziti­vizmin sınırları belli olmamış mıdır? Fransa'da XX. yüzyılın sonun­da Bergson'un temel yaklaşımlarıdır bunlar. Bu filozof gerçeğe giden yol bağlamında aklın karşısına sezgiyi çıkarmıştır. Rhin'in karşı kıyısında ise Husserl aynı pozitivizme yönelecektir, sadece bilimlerin bize gerçek kesinlikler sağlayabileceğini düşünebildik. Dolayısıyla felsefe bilim yapmazsa sessizliğe mahkûm olma teh­likesine düşer. Bununla birlikte sessizlikle yanaşılamayacak olan birçok alan vardır. Felsefe bize hâlâ nasıl bir şey söyleyebilir? Bunun için düşünme biçimimizi değiştirmemiz gerekmez mi? Bir düşünce akımı, yeni bir felsefe yapma biçimi böyle doğacaktır: görüngübilim.

Birey krizi

Modemite her türlü bilginin temeli olan bireyin varlığını, "düşünüyorum"u kesinlemiştir. İnsan o zaman dönüştürebileceği ve içinde etkin olabileceği dünya karşısında özgür birey olmuş­tu. Ya bu özgür birey bir uydurma, bir yanılsamaysa! Freud'un deyişiyle bilinçdışının bulunmasıyla psikanalizin gelişmesini sağ­layacak olan üçüncü büyük narsisist yara bu olacaktır. Bireyin tartışılması XX. yüzyılın ikinci yarısında yapısalcılık aracılığıyla devam edecektir.

Akıl ve anlam krizi

Çağımızla ilgili bu teşhis XX. yüzyılda etkisini çok güçlü biçim­de hissettiren başka bir Alman düşünürüyle güç kazanacaktır: Heidegger. Husserl'in öğrencisi olan bu filozof modern dünyayı şöyle analiz ediyor: "Nihilizm, modern çağın gücünün etkili oldu­ğu dünyada yutulan insanların küresel hareketidir." Descartes'ın deyişiyle "doğanın efendileri ve sahipleri gibi" olmamızı sağlama­sı gereken teknik rasyonalite dünyayla olan bütün ilişkimizi teke­line almıştır. Dünya bizi artık sadece bir manipülasyonun objesi olabildiği ölçüde ilgilendiriyor. Modern teknik şaşırmayı unutmuş olan bizlerin dünyayla kurduğumuz bu ilişkinin yansımasıdır. Anlamı sorgulamıyoruz artık. XX. yüzyılın büyük varoluş soruları Fransa'da Sartre gibi bir filozofla bu çizgide de gelişecektir artık. Öte yandan Almanya'da Frankfurt Okulu adıyla ortaya çıkan bir hareket toplumun Marksist açıdan eleştirisi geleneği içinde Aydınlanma'yı radikal bir biçimde tartışmaya açacak ve bir tezi kanıtlamaya çalışacaktır: teknik rasyonalite biçimindeki akıl insan­ları özgürleştirmeyi vaat ederken nasıl bir yabancılaşma kaynağı haline gelmiştir? Akıl artık hesaptan başka bir şey değildir.

Bilimlerin krizi

Dünyayı olduğu gibi açıklamak için aklın üstünlüğüne inandık. Ama rölativite teorisinin bulunmasıyla bütün bunların kesinlikle tartışmaya açılmış olduğu gözüküyor. Burada da işaret noktaları­mızı kaybediyoruz, zaman mutlak değildir artık. Düşünebileceği­mizin tersine akıl belki de bizim ifade ettiğimiz hiç değişmeyen bir yetenek değildir, bir tarihi vardır ve Bachelard anlatır bize bunu.

Politikanın krizi

XIX. yüzyıl aynı zamanda totalitarizmlerin ve barbarlığın da yüzyılıdır. XIX. yüzyılda Hegel, sistem kavramını bitirmişti. Buna göre insanlığın tarihinin rasyonel olduğu düşünülebilir. Hiç kuş­kusuz kötülük vardı ama ilerlemeye katılan gerekli bir zaman dilimiydi. Savaşlar, fetihler, insan tutkularının yansımaları, sonuçta ilerlemenin itici gücüydü. Tarihe bir bütün olarak bakıldığında ve artık olaylar birbirlerinden ayrılmadığında dünyada rasyonalite- nin yayıldığını (sözgelimi hukukun gelişmesi) dolayısıyla bir iler­lemeyi görmek zorunlu hale gelmişti. Oysa XX. yüzyıl olayları bizi mutlak bir kötülük olasılığıyla yüz yüze getirmiştir. Hiçbir şeyin itici gücü olmayan bir kötülüktür bu. İnsanlığın olumsuzlanması olan Shoah, dünyanın yok edilebilmesi deneyleri olan Hiroşima ve Nagasaki bizim sapık düşüncelere sahip olabilme kapasiteleri­mizi göstermiştir. Dolayısıyla "politikanın anlamı nedir?" sorusunu soracaktır Arendt. İnsanlığın en büyük felaketlerine götürebil- mişse hâlâ bir anlamı olabilir mi politikanın? Teknik gelişmeler, ekonomik çalkantılar, ticaretin küreselleşmesi, toplumsal eşitsiz­likler modern demokrasilerde, birlikte yaşamanın doğru biçimiyle ilgili yeni arayışlara götürüyor bizi. Modern dünya insanın yalnız olduğunu, şimdiye kadar kendisine eşlik edebilen bütün metafi­zik kesinliklerini yitirdiğini gösteriyor bize. Tanrı'nın bakış açısını kesinlikle yitirdik. O zaman demokratik devletlerde nasıl bir ada­let vardır? Bu adalet liberal kapitalizme ve bürokratik sosyalizme karşı bir adalet teorisi geliştirir. Bütün demokratik devletlerin işleyiş ilkelerini saptamakla ilgili bir adalet teorisidir bu.

Felsefe yapmanın başka bir biçimi mi?

Nietzsche'nin dediği gibi 'Tanrı öldü" ise, "dünyada değil­sek", anlam ve akıl krizinin farkındaysak ve kıta düşüncesi için Hegel'den sonra nasıl düşünmek gerektiği sorusu söz konusuysa düşünce varsayımlarımızı sorgulamak gerekir. Bu metafizik var­sayımlar düşünmemizi engeller belki ve Derrida' nın deyişiyle yapısöküme tabi tutmak gerekir bu varsayımları. Ama XX. yüzyılın başında buna yakın bir perspektifi olan başka bir felsefe geli­şecektir. Gerçekten de felsefe yapmak gerçekten söz etmekse kavramlarımızın gerçeklikle ilişkili olması gerekir. Zihin, irade, fikir, töz gibi metafizik kavramlar nelerden söz ederler? Konuş­tuğumuzda yargılar veririz. Oysa yargı ilişkidir, özellik değildir. Hegel bunun açıklanmasına yardımcı olmuyor. Dolayısıyla dilden hareket etmek gerekir. Bilebileceklerimizin neler olabileceğini sorgulayacağımıza söylediklerimizin anlamlarının ne olduğunu sorgulayalım. Bu gelişmeler karşısında Russell ve Wittgenstein analitik felsefe adıyla bilinen yeni bir akımı başlatacaklardır.

Dünya eğer artık bize yapmamız gerekeni söyleyemiyorsa, akıl­dan belli bir biçimde yararlanmak felaketlere yol açabiliyorsa, gerçek bir anlam krizi yaşıyorsak, hiç kuşkusuz felsefenin niçin kimi zaman bulanık olsa da belli bir toplumsal talebin konusu olabileceğini anlayabiliriz.

Felsefeye doğuşundan beri can veren sorular güncelliğini hiç kaybetmemiş gibidir: "Nasıl yaşamalı?", "Nasıl iyi yaşamalı?" sorularını sorarlardı Yunanlılar. Biz de bu soruları sorabiliriz çünkü hiçbir cevap açıklık getirmiyor, bilimlerin ve tekniklerin (enfor­masyon ve iletişim teknolojileri, bilişsel bilimler) gelişmesi, tica­retin küreselleşmesi bizi problemlerle karşı karşıya getiriyor ve bu problemler yeni gibi görünseler de insan eyleminin erekselliğini aynı biçimde tartışmaya açıyorlar sürekli.

Kaynak: Le Tonneau de Diogène et autres histoires philosophiques Broché, Olivier Dhilly, Les Éditions de l'Opportun, 2014 (Diyojen’in Fıçısı, Say Yayınları, 2015)

287 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page