Bir şeyin doğruluğunu nasıl belirleyebileceğimiz hakkındaki sorumuz kaçınılmaz olarak “Hakikat” kavramına dokunuyor. Genel anlamıyla bir şeyin “gerçek” olması için bir olguya ya da gerçekliğe karşılık gelmesi gerekir. “Doğru” ve “gerçeklik” birbirine çok yakın kavramlardır fakat eşanlamlı değildirler. Bir ifade, gerçek ya da doğru ya da ikisi birden olabilir. Eğer gerçekse, aynı zamanda doğrudur ama bir ifadenin doğru olması onun zorunlu olarak gerçek olduğu anlamına gelmez. Ay’da, Antarktika’da ya da Taşkent’te olmadığımı ispatlayabilirim; o mekânlarda bulunmadığımı ileri sürebilirim. Başka bir yerdeyim, eğer başka bir yerdeysem burada değilim. İfadem, bir kelime oyunu olarak doğru ama gerçek değil.
Bir şeyin doğru olup olmadığına kafa yorduğumuzda onu, en güçlü kanıta karşı bile, “bize göre” doğru ya da yanlış olarak nitelendirebiliriz. Tecrübesi olan insanın, kanıtı olan insanın merhametine mahkûm kalmayacağı söylenir. Eğer başımın ağrıdığını söylüyorsam, kimse aksi bir görüşü temellendiremez. Bu da bir şeyin tamamen doğru olup aynı zamanda da nesnel olabilirliği ve daha da ötesinde doğrulanamaz bir şeyin gerçek olabilirliği sorusunu ortaya çıkarıyor. Biz ispatlayamasak bile bir şeyin gerçek olduğunu, kesin olarak bilebileceğimizi dikkate almak önemlidir. Komşumun penceresini kimin kırdığını bilebilirim ama bu gerçeği hiçbir biçimde is- patlayamayabilirim.
Yukarıdaki alıntı İsa’nın manifestosunu tanımlıyor: Bize, hakikate tanıklık etmek için geldi. Tanıklık zorunlu bilgileri ve yetkiyi gerektirir ve dört bölüm önce Yuhanna İsa’nın hakikat olduğunu iddia ettiğini yazıyor (Yuhanna 14:6). İsa’nın tanıklık ettiği hakikat neydi? İsa’nın öğretilerini anlamamıza ve yorumlamamıza rağmen, temsil ettiği gerçekliğin mutlak ya da nihai olabilmesi, hayatın anlamını ve amacını sonsuzluk bağlamında düşünmemizi gerektirir. Tüm dinler, Wittgenstein’ın anlamsız olarak tanımladığı, hakikatin bağlamlar düzlemindeki gerçekliğinin ötesindeki mutlak bir gerçekliğe tanıklık ederler. Alman teorik fizikçi Werner Heisenberg (1901-1976) “Saf aklın mutlak bir hakikate ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır” demiştir.
O halde, saf akıldan başka, “gerçek” dünya olarak düşündüğümüz şeyin parçası olmayan hakikate ulaşmak için kullanabileceğimiz başka bir şeyimiz var mı? Mantık filozoflarını bir kenarda bekletirsek, düşünme, sezgi, inanç ve aydınlanma ile daha yüce bir hakikate ulaşacağımızı iddia eden birçok kişi vardır. Birçok dini gelenek, yandaşlarına İsa’nın tanıklık edeceği hakikatin kendi içlerinde bulunabileceğini ileri sürerek kendi içlerine yönelmeyi tavsiye eder. Zen Budist Bilge Dogen Zenji (1200-1253) şöyle sorar; “Eğer hakikati olduğun yerde bulamıyorsan, nerede bulmayı umuyorsun?” Bazıları Gustave Flaubert (1821-1880)’in savını daha rahatlatıcı bulacaklardır; “Hakikat diye bir şey yoktur. Sadece algı vardır.” Başkaları ise Sri Ramana Maharshi (1879-1950) gibi şöyle diyebilir; “Hakikat diye bir şey yoktur. Sadece anlar içindeki gerçeklikler vardır.”
Comments